Bugün 9 Kasım...
Yılın 313. günü.
Yıl sonuna sadece 52 gün kalmış.
Bazı günler vardır hani, takvime bakarsın, sıradan görünür ama bir bakarsın tarihin tam ortasında durmuş, hem insanlığın yüzünü hem de utancını aynı anda taşımış...
İşte 9 Kasım tam da öyle bir gün.
Bir yanda duvarlar yıkılır, bir yanda sinagoglar yakılır.
Bir yerde özgürlük yankılanır, bir yerde nefret.
Tarih bazen öyle acımasızdır ki; aynı güne hem bir mucize hem bir lanet sığdırır.
Ben bugün o günlerden birine, 9 Kasım’a, insanlığın aynasına bakar gibi bakıyorum.
Ve gördüğüm şey şu:
İnsan, değiştiğini sanıyor ama aslında sadece maskesini değiştiriyor.
Düşünsene…
28 yıl boyunca bir şehir ikiye bölünmüş.
Bir taraf “özgürlük”, diğer taraf “itaat”.
Aynı dil, aynı insanlar, ama arada 3,5 metrelik bir duvar.
Ve bir gün, 9 Kasım 1989 gecesi, o betonun içinden bir ışık sızıyor.
Bir hükümet sözcüsü “artık geçebilirsiniz” diyor —
ve o anda tarih değişiyor.
O gece insanlar ellerinde çekiciyle, küreğiyle, tırnaklarıyla o duvarı parça parça söküyor.
Kırılan sadece beton değil, korkunun sesi.
Bir halk, bir cümleyle yeniden doğuyor.
Berlin’de duvar yıkılırken, aslında insanlığın omzundaki yük de biraz hafifliyor.
Ama şu da gerçek:
Duvarları yıkmak kolay, zihinlerdeki duvarları yıkmak çok zor.
Bugün hâlâ kendi içimizde küçük Berlinler var.
Aramıza çizdiğimiz görünmez sınırlar, suskunluklarımız, korkularımız…
Hepsi hâlâ ayakta.
Bugün bir de bizim tarihimizde önemli bir satır var.
9 Kasım 1936.
Türkiye Cumhuriyeti, diplomasi tarihine altın harflerle yazılan bir zafere imza atıyor:
Montreux Boğazlar Sözleşmesi yürürlüğe giriyor.
O gün, Türk milleti dünyaya diyor ki:
“Bu deniz bizim, bu su bizim, bu geçiş bizim!”
Yani savaşmadan kazanılan bir zafer bu.
Bir milletin sözüyle, aklıyla, onuruyla dünyaya dik duruşu.
Bugün hâlâ Montrö konuşuluyorsa,
sebebi o aklın hâlâ yol gösterici olmasıdır.
Atatürk’ün “tam bağımsızlık” dediği şeyin sadece bir söz değil,
bir sistem olduğunu,
bir onur meselesi olduğunu anlamak için 9 Kasım’a bakmak yeterli.
Ama işte, aynı günün başka bir yüzü daha var.
1938, Almanya.
Berlin’in sokaklarında sinagoglar yanıyor, dükkanlar yağmalanıyor,
binlerce Yahudi katlediliyor.
Cam kırıklarının üstünde yanan o şehir, aslında insanlığın içindeki korkak canavarın dışarı çıkış anıydı.
O gece yalnızca vitrinler değil, vicdan da paramparça oldu.
İnsanlar sustu.
Komşular kapılarını kapattı.
Ve birkaç yıl sonra o sessizlik, Holokost adıyla tarihe geçti.
Şunu hep söylerim:
Kötülük bir kişiyle başlamaz,
kötülük herkes sustuğunda büyür.
O yüzden bazen bir kelime, bir ses, bir itiraz, tarihin yönünü değiştirir.
9 Kasım bunu da hatırlatır:
Bir ses ol, çünkü sessizlik de bir suçtur.
1918’de Almanya’da Weimar Cumhuriyeti kuruldu.
Savaş bitmişti, halk umutluydu.
Yeni bir düzen, yeni bir demokrasi…
Ama tarihin garip bir huyu vardır;
her doğan umut, bir karanlığı da beraberinde getirir.
Ekonomik kriz, yoksulluk, kutuplaşma derken,
Weimar’ın zemininde bir zehir serpildi: Faşizm.
Ve birkaç yıl sonra Hitler sahneye çıktı.
Bir ülke alkışlarla karanlığa yürüdü.
Bugün dünyaya baksan, o alkışların yankısı hâlâ sürüyor.
Sloganlar değişti, ama sistem aynı:
Korku sat, umut vaat et, insanları böl…
Adı değişiyor sadece.
1921’de Benito Mussolini,
Ulusal Faşist Parti’yi kurdu.
Bir adam çıktı, dedi ki:
“Ben ülkeyi yeniden büyük yapacağım.”
Ve insanlar inandı.
Korkularına, öfkelerine, intikam duygularına hitap etti.
Kısa sürede bir halkı teslim aldı.
Bugün baktığında, o yılların aynısı hâlâ oynanıyor sahnede.
Yüzler değişti, perdeler değişti ama oyun aynı:
Birileri “güvenlik” derken özgürlüğü çalıyor,
birileri “inanç” derken adaleti öldürüyor.
9 Kasım, işte tam da bu yüzden önemli:
Çünkü hatırlamak, direnmenin ilk adımıdır.
12 Eylül’ün gölgesinde hazırlanmış o meşhur 1982 Anayasası,
9 Kasım’da yürürlüğe girdi.
Yüzde 91 “evet” dediler.
Ama o “evet”, halkın değil, korkunun sesiydi.
Kenan Evren aynı gün Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu.
Oysa gerçek güç halkın yüreğindeydi, masalarda değil.
Bazı dönemlerde insanlar konuşamaz, çünkü korkarlar.
Bazı dönemlerde gazeteler yazar, ama kimse okumaz, çünkü umudunu kaybetmiştir.
İşte o dönemlerden biri 9 Kasım 1982’ydi.
Bir milletin kalemi kırılmış, sesi kısmıştı.
Ama ben inanırım, hiçbir sessizlik sonsuza kadar sürmez.
Bir gün mutlaka biri “yeter” der.
O karanlık yılların ortasında bir ışık da yandı: Galatasaray.
1988’de Neuchâtel Xamax’ı 5-0 yenip Avrupa’da çeyrek finale yükseldi.
Bir ülke sabaha kadar sevinçten uyuyamadı.
O maç sadece bir futbol değil, bir moral patlamasıydı.
Bir millet “biz de yaparız” dedi.
O yüzden Galatasaray o gün sadece bir takım değildi;
bir ülkenin özgüveniydi.
Aziz Nesin, 1994’te Uluslararası Basın Özgürlüğü Ödülü’nü aldı.
Onun için ödül önemli değildi belki ama, bu topraklarda hâlâ düşünmenin cezalandırıldığı bir dönemde, bu ödül bir umuttu.
Aziz Nesin hep derdi:
“Gülmek bir direniştir.”
Evet, haklıydı.
Biz hâlâ gülüyorsak, hâlâ direniyoruz demektir.
Bugün 9 Kasım’da onu anarken,
aslında aklın, mizahın, cesaretin yaşadığını da anlıyoruz.
Van, 9 Kasım 2011’de bir kez daha yıkıldı.
5.6’lık depremle değil, ihmalle.
Yıkılan binalar değil, unutulmuş önlemlerdi.
O gün televizyonlarda enkaz altındaki insanları izlerken şunu düşündüm:
Biz her afetten sonra kısa süre üzülüyoruz,
ama hiçbir şey öğrenmiyoruz.
Deprem bitiyor, biz yine eski hayatımıza dönüyoruz.
Sanki hiç kimse ölmüş, hiçbir ev yıkılmamış gibi…
Van halkı dimdik durdu ama devletin, toplumun hafızası kısa sürdü.
O yüzden bu satırları yazarken sadece “rahmet” dilemek yetmez;
sorumluluk da gerekir.
Bir başka 9 Kasım gecesi,
bu kez Kafkasya’da silahlar sustu.
Azerbaycan ve Ermenistan, Dağlık Karabağ Savaşı’nı bitiren ateşkesi imzaladı.
O gece Bakü’nün gökyüzünde havai fişekler patladı,
bizim yüreğimizde gurur.
“Bir millet, iki devlet” sözü, sadece bir slogan değil, bir kardeşlik yeminiydi.
Ve 9 Kasım 2020, bu kardeşliğin zafer günü oldu.
Bugün doğanlar arasında İvan Turgenyev var.
Onun romanlarında insan ruhunun bütün halleri var: aşk, pişmanlık, yalnızlık…
Ve Carl Sagan —
bilimi şiirle anlatan o adam.
“Biz yıldız tozuyuz” derken,
belki de insanın nereden gelip nereye gittiğini en sade hâliyle özetliyordu.
Ve bugün kaybettiklerimiz…
Charles de Gaulle, Savaş Ay, Guillaume Apollinaire…
Biri devlet adamıydı, biri gazeteci, biri şair.
Hepsi farklı alanlarda ama aynı şeyi yaptı:
İz bıraktı.
9 Kasım öyle bir tarih ki;
bir yanda Berlin Duvarı’nın yıkılışı,
diğer yanda Kristal Gece’nin karanlığı var.
Bir yanda umut, bir yanda utanç.
Bu tarih bize şunu anlatıyor:
İnsanlığın ilerlemesi, teknolojide değil, vicdanda başlar.
Duvarlar yıkılsa da, eğer kalpler arasında hâlâ sınırlar varsa,
hiçbir şey değişmez.
Benim için 9 Kasım,
hem hatırlamak hem de unutmamak günüdür.
Unutmak, tekrar etmektir.
Hatırlamak ise direnmektir.
Ve ben her 9 Kasım’da aynı cümleyi söylerim:
“Tarih, unutanları affetmez.”
6 Kasım... Yılın 310. günü. Yani takvimin yaprakları artık sona yaklaşmış, günler kısalmış, hava kararmış, insanlar erken yorulmuş... ama bir tek “aynı hatayı yapanlar” hâlâ dipdiri. Tarih diyor ki “ben sizi uyarıyorum”, biz diyoruz ki “biz seni hiç dinlemiyoruz.”
Bugün, 6 Kasım’ın hafızasında öyle olaylar var ki, insan ister istemez “insanlık dediğin şey hakikaten gelişiyor mu, yoksa sadece daha iyi ambalaj mı yapıyor?” diye soruyor kendine.
1860’ta bugün Abraham Lincoln, ABD Başkanı seçiliyor. Düşünsene, adam köleliği kaldırmak için bir ülkeyi birbirine katıyor. Bugünse dünya hâlâ başka versiyonlarıyla aynı savaşı veriyor. Eskiden köle zincirini kırmak meseleydi, şimdi borç zincirini kıramıyoruz.
Lincoln “halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” diyordu. Bugün “algının, sermaye için, medya tarafından yönetimi” devrindeyiz. Aradaki fark bu işte.
1918’de İngiliz ve Fransızlar Çanakkale Boğazı’nı işgal ediyor. Yani, “Çanakkale geçilmez” demiştik ama adamlar “bi daha deneyelim” demiş. Hâlâ da o denemeler bitmedi aslında; sadece biçim değiştirdi.
Eskiden donanmayla gelirlerdi, şimdi dövizle geliyorlar.
Eskiden gemiyle geliyorlardı, şimdi şirketle geliyorlar.
Eskiden mermiyle vururlardı, şimdi algoritmayla vuruyorlar.
Tarihteki işgaller artık ekonomik, psikolojik ve dijital hale geldi. Artık toprak değil, bilinç işgal ediliyor.
Mahatma Gandhi bugün tutuklanıyor. Sadece “şiddetsiz direniş” dediği için. Düşün: Adam kimseye zarar vermeden adalet istiyor, ama sistem diyor ki “o bile fazla.”
Bugün de aynı sistemin başka versiyonları var. Kimseyi incitmeden doğruyu söyleyince, “sen neden huzursuzluk çıkarıyorsun” diyorlar.
Bazen düşünüyorum; belki de hakikatin sesi, düzenin kulaklarını tırmaladığı için susturuluyor.
1931’de İstanbul’da dolmuşlara sarı-siyah damalı bant zorunluluğu getirilmiş. O gün bugündür “bandı” bırakmadık zaten.
Bir farkla: Eskiden dolmuşun üstündeydi, şimdi zihnimizin etrafında.
Bugün herkesin düşüncelerine birer “damalı bant” çekilmiş durumda.
Kimliğine, fikrine, zevkine, hatta cümlelerine kadar...
Sanki herkes “trafik polisinin” onayına tabi.
Bir yerde “özgürüm” diyoruz ama bandı kendi elimizle yapıştırıyoruz.
O yıllarda kâğıt fabrikası açmak bir uygarlık göstergesiydi. Bugünse “kağıtsız ofis” övülüyor.
Ne ironidir ki, o gün “kâğıt üreten” bir millet, bugün “belgeyi PDF olarak indiremiyor.”
Kâğıt dediğin şey, aslında hafızadır.
Bir medeniyetin kendini anlatma biçimidir.
Bugün elimizde her şey dijital ama hiçbir şey kalıcı değil.
Bir sistem hatasıyla bütün hayat silinebiliyor; tıpkı belleğimiz gibi.
Rusya, Kiev’i Almanlardan geri alıyor. Ama şehir, harabeye dönmüş.
Bugün bakıyoruz, aynı şehir yine savaşta.
Yani bazı şehirler kaderini değiştiremiyor, sadece dekor değişiyor.
Binalar yenileniyor ama insan zihni hâlâ harabe.
Bugün Hanford Sahası’nda plütonyum üretimi başarıldı.
Bu plütonyum sonra Nagasaki’ye atılan atom bombasının bir parçası olacak.
İnsanlık ilk kez “bilimi öldürmek için kullanmanın” gururunu yaşadı.
Bugün “yapay zekâ çağındayız” diyoruz, ama o günkü zihniyetten çok da ileride değiliz.
Tek fark: Artık düğmeye insan değil, algoritma basıyor.
Ah işte geldik Türkiye tarihinin dönüm noktalarından birine.
Bugün Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kuruldu.
Yani “düşünceyi merkezileştirme enstitüsü.”
Eskiden üniversite “özgür düşüncenin kalesi”ydi, şimdi “bürokratik formun mahkûmu.”
YÖK kurulduğundan beri en çok ne değişti biliyor musun?
Diploma sayısı arttı, düşünen insan sayısı azaldı.
Bugün hâlâ “üniversite mezunu işsiz” haberleriyle yaşıyoruz çünkü sistem “mezun” yetiştiriyor, “insan” değil.
1983 seçimleri... 12 Eylül sonrasının “yeniden inşa” süreci.
Ama aslında bir “yeniden başlatma” tuşuydu; sistem resetlendi, insanlar aynı kaldı.
Bugün 2025’te hâlâ aynı cümleleri duyuyoruz: “Ülke yeni bir döneme giriyor.”
Ama döneme giriyoruz, dönem bizi yutuyor.
Güneydoğu Anadolu Projesi, yani GAP...
Türkiye’nin kalkınma umudu olarak başlatıldı.
Ne yazık ki yıllar sonra hâlâ “suyun gücüyle” övünüyoruz ama suyun kendisini koruyamıyoruz.
Barajlar doluyor ama vicdanlar kuruyor.
Hatip Dicle ve Leyla Zana yemin ederken birkaç Kürtçe kelime söylüyorlar.
Meclis karışıyor, siyaset diken üstünde.
Düşün, 1991’de yaşanan o gerginlik hâlâ bu ülkede “kimlik” meselesi olarak konuşuluyor.
Aradan geçen otuz küsur yıl, ama hâlâ aynı cümle:
“Birlik beraberlik içinde olalım.”
E güzel de, birliği farklılıkları silerek değil, onlara yer vererek kurarsın.
Sabena Havayolları iflas etti.
Bir dönemin sembolü, artık tarihte bir satır.
Tıpkı nice markalar gibi: Nokia, Kodak, MSN...
Hepsi bir dönemin yıldızıydı, sonra söndüler.
Çünkü sistem, insana değer vermeyen markaları tarihin çöp kutusuna atıyor.
“Friends” izleyip İngilizce öğrenen bir nesil vardı.
CNBC-e sadece bir kanal değildi; bir kültürdü.
O kanal kapanınca, sadece bir televizyon değil, bir dönemin masumiyeti de kapandı.
Artık bilgi kanallardan değil, akışlardan geliyor.
Ve o akışın içinde gerçekle reklam birbirine karışıyor.
Ve işte taze tarih: Donald Trump ikinci kez ABD Başkanı seçildi.
Yani dünya yine aynı filmi izliyor, sadece dekor değişti.
Demek ki tarih tekerrür etmiyor, biz hiç ders almıyoruz.
Bir ülke yeniden popülizmi seçtiyse, demek ki halk ya çok korkuyor ya da çok unutmuş.
Ve biz burada hâlâ “dünyada neler oluyor” diye şaşırıyoruz.
Kanuni Sultan Süleyman, Adolphe Sax, Cesare Lombroso, Mesut Yılmaz, Emma Stone...
Bambaşka alanlarda ama aynı günde doğmuşlar.
Birinin kanunları var, diğerinin saksafonu, birinin teorileri, birinin siyaset sahnesi, diğerinin sineması.
Ama ortak noktaları şu: Hepsi bir iz bırakmış.
Demek ki mesele neyle doğduğun değil, neye dönüştüğün.
Ölenler arasında Ali Kemal, Çaykovski, Eugène Pottier, Timur Selçuk var.
Düşünsene, hepsi kendi döneminde “anlaşılmamış adamlar.”
Ve bugün hepsi “tarihsel değer.”
Demek ki anlaşılmamak bazen ödüldür.
Bugün “Dünya Savaş ve Silahlı Çatışma Çevre Sömürüsünü Önleme Günü.”
Ama çevreyi en çok kim sömürüyor?
Savaşa en çok kim yatırım yapıyor?
Cevap basit: Kutlama mesajı atanlar.
Bir gün kutlama, ertesi gün bombalama…
İnsanlık ironiyi yanlış anlamış olmalı.
Biz hâlâ plastikten yapılmış bayraklarla “doğa için el ele” pozları veriyoruz.
Hâlâ “barış” kelimesi tweetlerde güzel duruyor ama hayatta yankı bulmuyor.
Benim için “tarihte bugün” yazıları sadece bilgi değil, birer aynadır.
Her 6 Kasım’da bakarım bu listeye ve şunu düşünürüm:
Biz hâlâ aynı hatayı yapıyoruz ama farklı kılıflarla.
1913’te Gandhi’yi tutuklayan sistemle, bugün özgür düşünceyi sansürleyen sistem aynı ruhtan besleniyor.
1936’da fabrika açıp “ilerleme” diyenle, bugün doğayı yok edip “büyüme” diyen aynı.
1981’de YÖK kurup “eğitimde devrim” diyenle, bugün ezberi öğreten aynı.
2024’te Trump’ı seçenle, dün Hitler’e inanan aynı zihin yapısına sahip.
Sadece logolar değişti.
Her “tarihte bugün” yazısında şunu hatırlatmak istiyorum:
Tarih aslında bir uyarı levhasıdır.
Biz o levhayı görmezden gelip duvara tosluyoruz, sonra da “kaza oldu” diyoruz.
6 Kasım, bana her yıl şunu hatırlatıyor:
İnsanlık bir ileri iki geri değil,
Bir ileri – sonra sonsuza kadar aynı yerde.
Ama umudu da kaybetmemek lazım.
Çünkü bu satırları okuyan, düşünen, sorgulayan biri varsa;
Demek ki hâlâ bir şeyler değişebilir.
Çünkü geçmişte olan hiçbir şey bitmedi; sadece biçim değiştirdi.
Ve ben bu satırları yazarken bir yerlerde yine birileri haksızlığa uğruyor, birileri direniyor, birileri umut ediyor.
Tarih bugündür dostlar.
Dün yazıldı, bugün yaşanıyor, yarın da yine yazılacak.
O yüzden 6 Kasım sadece bir tarih değil, bir hatırlatmadır:
“Aynı hatayı bir daha yapma.”
Efendim merhabalar, ben Osman Coşkun.
Hani şu “benosmancoskun.com”un yazarı, editörü, ara sıra çayını döken ama kelimelerini hiç dökmeyen adam var ya... işte o benim.
Bugün size biraz bildirimlerden, biraz da bu blogun yeni döneminden bahsedeceğim. Hani diyorlar ya, “Artık her şey çok hızlı, kimse okumuyor.” İşte ben, o söze inat hâlâ yazan, hâlâ anlatan, hâlâ içten içe birileri okusun diye umut eden bir adamım.
Ama artık sadece yazmakla kalmıyorum. Onesignal diye bir sistemle tanıştık — merak etmeyin, ne apartman zili ne de pazarlama kampanyası bu.
Sadece küçük bir şey:
Artık bloga her girdiğinizde karşınıza “Burada olup biten her şeyden haberdar olmak ister misiniz?” diye kibarca soran bir pencere çıkacak.
Ona “evet” derseniz, ben size haftada sadece iki gün “selam” diyeceğim.
Bakın söz veriyorum:
Durmadan bildirim göndermeyeceğim.
Reklam, spam, saçma sapan “yeni yazı yayında!” bombardımanı yok.
Ben öyle rahatsız edenlerden değilim.
Sadece Cuma ve Pazar günleri geleceğim ekranlarınıza.
Cuma günü biraz “hafta sonu havası” katmak için…
“Bak ben de buradayım, birlikte nefes alalım” demek için…
Pazar sabahıysa kahvaltınıza eşlik etmek için…
Çayınızın buharı, peynirin tuzu, zeytinin çekirdeği kadar gündelik bir şey olacak bu bildirimler.
Bir de şöyle bir güzellik ekledim.
Artık içeriklerin büyük kısmı sesli olarak da mevcut.
Yani isterseniz kahvaltınızı hazırlarken, arabayla işe giderken ya da akşam yürüyüşüne çıkmışken beni dinleyebileceksiniz.
Ben yazıyorum, siz dinliyorsunuz.
Birlikte bir sohbetin iki tarafı gibiyiz artık.
“Abi yazıların çok uzun, gözümde büyüyor,” diyenler için ilaç gibi.
Sesli haberler sekmesine girin, çayınızı koyun, bırakın ben anlatayım.
Siz sadece dinleyin.
Blogun yeni şablonu tamamen kullanıcı dostu bir hale geldi.
Sade, pratik, ama aynı zamanda dopdolu.
Artık sadece yazılar değil, günlük hayatınıza dokunan bir sürü şey burada var.
Canlı borsa, hava durumu, trafik durumu, namaz vakitleri, nöbetçi eczaneler, hatta canlı televizyon bile var.
Bir bakıma mini bir portal olduk.
Sabah bir göz atsanız gününüzü planlayabilirsiniz.
Benim yazılarımın yanında bu bilgilerin bulunmasını istememin tek sebebi şu:
Hayatın içindeyiz, ama bazen yazılar o hayatın dışındaymış gibi geliyor.
Ben o bağı koparmak istemedim.
Yeni şablonda burç yorumları da var.
Evet evet, inanmasanız bile göz atıyorsunuz o köşeye, biliyorum.
Yay burcuysanız “Bu hafta aşk kapınızı çalabilir,” yazınca istemsiz bir gülümseme beliriyor yüzünüzde.
Ya da Fenerbahçe maçı kaçta diye merak ediyorsunuz.
İşte artık hepsi burada.
Bir yazarın evi gibi değil, yaşayan bir sayfa burası.
Şunu tekrar vurgulayayım:
Haftada iki defa… sadece iki defa size sesleneceğim.
Cuma ve pazar.
Başka hiçbir gün değil.
O iki günde de ya kısa bir yazı hatırlatması olacak ya da haftanın öne çıkan içerikleri.
Kısacası “Osman ne yazmış acaba?” diye düşünenler için minik bir yol gösterici.
Sizi bunaltmadan, rahatsız etmeden, kendi halinde bir iletişim kanalı.
Zaten artık herkesin telefonu yeterince çalıyor, değil mi?
Benim bildirimim biraz da o gürültünün içindeki sessiz bir dost gibi olacak.
Yakında YouTube, Instagram, Facebook, Twitter (X) ve belki TikTok üzerinden de düzenli paylaşımlar yapmaya başlayacağım.
Süreç biraz yavaş ilerliyor, çünkü bu blogun her şeyiyle ben ilgileniyorum.
Yani yazarı, editörü, tasarımcısı, araştırmacısı, reklamcısı, SEO uzmanı, hatta çaycısı bile benim.
Ama emin olun, hepsi içten, hepsi özveriyle.
Bir gün YouTube’da çayımı almış, mikrofonun başına geçmiş beni dinlerseniz şaşırmayın.
“Yahu bu adam blogda yazıyordu, şimdi konuşuyor mu?” demeyin.
Yazmak benim için bir nefes, konuşmak ise o nefesi paylaşmak.
Bir diğer güzel haber de şu:
Google News başvurumuzu yaptık.
Yani yakında benosmancoskun.com’u Google Haberler’de görebileceksiniz.
Böylece yazılar daha fazla insana ulaşacak.
“Okunmak” değil derdim, ama “ulaşmak” güzel bir şey.
Bir kelimenin, bir cümlenin, bir fikrin birinin sabahını güzelleştirmesi bile yeter bana.
Ben burada sadece yazı yazmıyorum.
Burası artık bir şamata alanı.
Ciddiyetle mizahın, felsefeyle gündeliğin, acıyla kahkahanın el ele verdiği bir yer burası.
“Yazsa da okusak” diye bekleyen bir topluluk oluşuyor yavaş yavaş.
İşte o yüzden bildirimleri açmanız çok önemli.
Çünkü ben size her geldiğimde, sadece bir yazı değil, bir ruh hali, bir duygu, bir düşünce bırakıyorum.
Her şeyle tek başına ilgilenen biri olarak ilerlemek kolay değil.
Devlet memurluğundan kalan vakitlerde bu blogu yaşatıyorum.
Sabah işe gidip akşam döndükten sonra yazmak, düzenlemek, paylaşmak...
Bazen “neden uğraşıyorsun bu kadar?” diyenler oluyor.
Ama ben biliyorum ki her yazının bir okuru, her cümlenin bir yankısı var.
O yüzden uğraşıyorum.
Çünkü bu blog, benim iç sesim.
Ve her “evet, bildirimleri aç” diyen kişi, o iç sesi duymak isteyen bir dost gibi geliyor bana.
Pazar sabahı erken kalkmayı severim.
Sokaklar sessizdir, kahve kokusu yayılır mutfağa.
O sessizlikte yazı yazmak, sonra o yazının birinin kahvaltısına eşlik etmesi…
İşte bütün mesele bu.
Ben kahvaltınızı bölmek istemem, sadece eşlik etmek isterim.
Bir tostun ısırığında, bir çayın yudumunda, belki bir tebessümde.
Yazılarım artık sadece okunmayacak, dinlenecek de.
Bazen sosyal medyadan mesajlar geliyor:
“Abi şu konuda yazsana.”
“Şu yazının devamı gelecek mi?”
“Yazıların neden sesli değil?”
Artık hepsi mümkün.
Yeter ki siz söyleyin.
Ben elimden geleni yaparım.
Bu blogu birlikte büyüteceğiz.
Bakın, tüm bu değişikliklerin içinde asıl amacım basit:
Samimiyeti korumak.
Bu blog, dijital dünyanın ruhsuz hızına bir direnç noktası.
Burada hâlâ duygular var, hâlâ vicdan, hâlâ kahkaha, hâlâ insan var.
Bildirimleri açmanız, sadece “yeni yazı geldi” anlamına gelmeyecek.
Bir anlamda “Osman hâlâ burada, hâlâ yazıyor” demek olacak.
Ve ben o bağlılığı çok önemsiyorum.
Bildiğiniz gibi ben hep “gel bi çay içelim” diyen bir adamım.
Bu blog da o çağrının dijital hali aslında.
Bir masa, iki bardak çay, biraz kelime, biraz sessizlik.
Birlikte geçirilen vakit.
O yüzden diyorum ki:
Bildirimleri açın, ama korkmayın.
Ben sizi haftada sadece iki kez rahatsız edeceğim.
O da tatlı tatlı.
Cuma akşamı bir “selam” diyeceğim,
Pazar sabahıysa “günaydın, yazı hazır” diyeceğim.
Gerisini siz bilirsiniz.
İyi ki buradasınız.
İyi ki okuyorsunuz.
Ve iyi ki hâlâ kelimelere inanıyoruz.
Sevgiyle,
Osman Coşkun
Bugün 5 Kasım…
Miladi takvime göre yılın 309. günü. Yılın bitmesine yalnızca 56 gün kalmış. 56 gün… Düşün, neredeyse bir nefes, bir bakış kadar kısa. İnsan ömrünün de yılı gibi; fark etmeden geçiyor. Ve biz, her sene olduğu gibi bu günü de “tarihte bugün” köşesinde selamlıyoruz.
Ama gel biraz farklı bakalım bugün tarihe. Yani o tozlu arşivlerde saklı kalmış “soğuk bilgi” olarak değil de, bugüne seslenen bir dost gibi…
Çünkü tarih, eğer bugüne dokunmuyorsa, sadece toz tutmuş bir hikâyeden ibarettir.
5 Kasım 1605… Guy Fawkes ve arkadaşları İngiltere Parlamentosu’nu havaya uçurmaya çalışıyorlar.
Amaçları açık: adaletsizliğe, zulme, ikiyüzlü iktidara karşı ses çıkarmak. Yakalanıyorlar, idam ediliyorlar.
Yüzyıllar sonra maskesi bir sembol oluyor — “V for Vendetta” filmiyle milyonlarca insanın hafızasına kazınıyor.
Peki bizde hiç Guy Fawkes çıkmadı mı?
Oldu. Ama bizde barut değil, kalem patlardı.
Biri şiiriyle, biri sözüyle, biri meydanda attığı bir çığlıkla…
Ama hepsinin sonu ya “vatan haini” ya “deli” damgası oldu.
Bugün hâlâ maskeleri farklı ama hikâyeleri aynı insanlar yaşıyor aramızda.
Bir şeyleri sorguladığı için dışlananlar, sessizce cezalandırılanlar, susturulanlar…
Yani tarih hâlâ yazılıyor; sadece artık mürekkebi görünmez hale geldi.
Dördüncü Murat, o meşhur sert padişah. Yasaklarla, emirlerle, otoritesiyle hatırlanır.
Ama asıl hikâye hep gözden kaçar: Dördüncü Murat Musul’a girerken, aslında imparatorluğu kurtarmaya değil, disiplini yeniden inşa etmeye gidiyordu.
Bugün Musul’a bak, o günle bugün arasında ne fark var?
Hiç.
Toprak aynı, dert aynı, savaş aynı.
Sadece oyuncular değişti.
Ve biz hâlâ aynı cümleyi kuruyoruz: “Birileri birilerini kurtarmaya gidiyor.”
Oysa kimse kimseyi kurtarmıyor; herkes kendini kurtarmanın derdinde.
Bugün ayrıca Birleşik Krallık ve Fransa, Osmanlı’ya savaş ilan ediyor.
Ve Kıbrıs, o gün resmen Osmanlı’dan İngiliz yönetimine geçiyor.
Kıbrıs meselesi o kadar uzun bir hikâye ki…
Bugün bile adada barış değil, “ara bölge” var.
Yani savaş bitmiş gibi görünüyor ama barış hâlâ başlamamış.
Bu bana hep şunu hatırlatır:
Gerçek barış, masada değil, insanın içinde başlar.
Kalbinde nefretle oturmuş bir toplumdan, adil bir dünya çıkmaz.
5 Kasım 1922, İsmet Paşa başkanlığındaki heyet Lozan Barış Konferansı’na gitmek üzere yola çıkıyor.
O trenin içindeki hava, emin ol, çok başkaydı.
Bir tarafta savaşın yorgunluğu, diğer tarafta yeni bir ülkenin doğum sancısı.
Bir devrim hazırlığı, bir hayal, bir direnişin devamı…
Bugün trenler hâlâ gidiyor bu ülkede ama çoğu artık barışa değil, kaçışa gidiyor.
Gençler Avrupa’ya, Amerika’ya, bazen sadece biraz huzura…
Oysa Lozan’a giden tren, “biz burada kalacağız” diyenlerin treni idi.
Şimdi o trenin yerinde, bilet bulamayan bir kuşak var.
Ve bu bana acı geliyor.
Bugün, Atatürk’ün açtığı Ankara Hukuk Fakültesi de doğum gününü kutluyor.
Yani bugünün başka bir anlamı daha var: adalet.
Ne ironidir değil mi?
1605’te Guy Fawkes adaletsizliğe karşı barutla çıkıyor,
1925’te biz “adalet”i hukukun temeline koyuyoruz.
Ama bugün, 2025’te, adalet hâlâ herkesin farklı tanımladığı bir kelime.
Kiminin adaleti cüzdanda, kimininki vicdanda…
Kimininki güçte, kimininki susmakta…
Belki de adaletin öldüğü bir çağda yaşıyoruz.
Ama yine de adalet arayışı, insan olmanın son kalesi bence.
İngiltere’de bugün, ilk televizyon reklamı gösterilmiş.
Reklam, medyanın ve tüketim kültürünün doğduğu anlardan biri.
Şimdi her yer reklam.
Bir nefes alırken bile “sponsorlu içerik” görüyoruz.
İnsan bile artık bir “marka” olarak yaşıyor.
Herkesin bir “kişisel markası” var ama kimsenin “kişiliği” kalmamış gibi.
Benim için bu bilgi önemli çünkü ben de dijital dünyada içerik üretiyorum.
Ama her içeriğin bir amacı olmalı.
Benim amacım tıklanmak değil, dokunmak.
Çünkü reklamlar geçer, ama içten söylenen bir cümle kalır.
Bugün aynı zamanda Devlet Tiyatroları’nın kuruluş günü.
Ne büyük ironi…
Bir yanda barut komplosu, bir yanda sahne ışıkları.
Bir yanda yıkım, bir yanda yaratım.
Tiyatro, aslında barutun tam tersidir.
Barut yakar, tiyatro anlatır.
Ve ben hep inanmışımdır: “Bir toplumun tiyatrosu sustuğunda, halkı da susar.”
Bugün tiyatro salonları boşsa, bu ülke biraz daha susmuştur demektir.
Bugün aynı zamanda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tutuklandığı gün.
Komünizm propagandası yapmakla suçlanıyor.
Düşünsene, bir fikir için hapse atılmak.
Sadece “eşitlik” dediği için.
Bugün hâlâ fikir suç değilmiş gibi yapıyoruz ama öyle.
Sosyal medyada bile insanlar, özgür olduğunu sanarak otosansürle konuşuyor.
Kıvılcımlı’nın adı unutulmuş olabilir ama düşüncesi değil.
Çünkü düşünceyi zincirle bağlayamazsın.
Bugün Ayetullah Humeyni, ABD’yi “büyük şeytan” ilan etmişti.
Bu cümle, sadece bir politik tepki değil, bir dönüm noktasıydı.
Çünkü dünya o günden sonra ikiye bölündü:
Doğu-Batı, inananlar-inkârcılar, gelenek-modernite…
Şimdi ise yeni bir çağın içindeyiz: Dijital çağ.
Artık şeytanlar bile Wi-Fi ile bağlanıyor.
Yalan, hakikatten hızlı yayılıyor.
Ve belki de en korkuncu, kimse artık “doğru”nun ne olduğuyla ilgilenmiyor.
Bugün, Saddam Hüseyin’e idam cezası verilmişti.
Bir dönem dünyanın en korkulan adamıydı.
Ama her diktatörün sonu aynıdır: yalnızlık.
Kendi yarattığı korkunun içinde boğulmak.
Tarih bize hep aynı şeyi söyler ama biz asla dinlemeyiz:
Zulmün sonu yoktur.
Ve hiçbir iktidar sonsuza kadar sürmez.
Ve geliyoruz bugüne en yakın tarihe:
2023 yılında Özgür Özel, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeni genel başkanı seçildi.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun 13 yıllık dönemini kapattı.
Bir partinin iç değişimi gibi görünür ama aslında bir toplumun yorgunluğudur bu.
Değişim isteyen bir ülkenin aynası.
Ama şunu da biliyorum: değişim isimle değil, zihinle başlar.
İsimler gider, sistem kalır.
Ve sistem, değişmeden hiçbir devrim tam olmaz.
Tarih 5 Kasım diyor.
Ama ben duvar takvimine değil, kalp takvimine bakıyorum.
Çünkü tarihler, aslında insan hikâyeleridir.
Her 5 Kasım’da birileri doğdu, birileri öldü, birileri direndi.
Birileri sahneye çıktı, birileri susturuldu.
Ama hepsi, bugünün bizini oluşturdu.
Ve belki de en önemlisi:
Her 5 Kasım, bir hesaplaşmadır.
Kendinle, geçmişle, suskunlukla.
Bu kadar olayın içinde benim aklımda tek bir cümle kalıyor:
“Her çağın barutu farklıdır.”
Kimi kalemiyle yakar dünyayı, kimi tweet’iyle.
Ama önemli olan, hangi amaçla yaktığın.
Yoksa ateş, sadece yakar; ısıtmaz.
Bugün sen de kendi içindeki barutu fark et.
Korkularınla, öfkenle, suskunluğunla yüzleş.
Belki küçük bir cümleyle, belki bir yazıyla.
Ama bir yerden başla.
Çünkü tarih, sadece savaşlarla değil, konuşan insanlarla yazılır.
Bugün 5 Kasım 2025.
Ben yine masamda bir bardak çayla oturuyorum.
Geçmişi okuyorum ama aklım hep bugünde.
Çünkü tarihteki her olay bana aynı şeyi söylüyor:
“Yaşadığın çağ, geçmişin sınavıdır. Eğer anlamazsan, yeniden yaşarsın.”
O yüzden yazıyorum.
Unutmayalım diye.
Barutu değil, bilgiyi patlatalım artık.
Ve tarihin tozlu raflarına değil, insanların vicdanına dokunalım.
Bazı kitaplar yalnızca okunmaz, yaşanır.
Bazı satırlar vardır, okuduğun anda değil, yıllar sonra bir anda gelip kalbine dokunur.
Bazı cümlelerse seni kendi içine çağırır, sessiz ama güçlü bir biçimde.
Ben de bugün sana, benim için hayatın yönünü değiştiren, ufkumu açan, insanı insana anlatan 10 kitabı anlatmak istedim.
Bu liste, edebiyatla, felsefeyle, yalnızlıkla ve çay kokusuyla örülmüş bir yolculuk aslında.
Hazırsan, çayını koy. Başlıyoruz.
Suç ve Ceza, insanın kendi vicdanıyla hesaplaştığı en güçlü metinlerden biridir.
Raskolnikov’un hikâyesi, “İnsanı suçlu yapan şey eylemi midir, yoksa düşüncesi mi?” sorusunu zihnine kazır.
Dostoyevski, ruhun derinliklerine iniyor, karanlıkla ışığın iç içe geçtiği bir aynayı önüne koyuyor.
Bu kitap bana hep şunu hatırlatmıştır:
Kimse masum değildir; herkes bir noktada kendini yargılar.
Büyülü gerçekçiliğin doruğu…
Yüzyıllık Yalnızlık, bir ailenin hikâyesiyle insanlık tarihini anlatır.
Macondo kasabasında dolaşırken, aslında kendi geçmişinde gezinirsin.
Zaman burada düz bir çizgi değildir, bir döngüdür.
Bu romanı okurken hep şunu hissettim:
Yalnızlık, bazen bir kader değil, bir tercihtir.
Márquez, “her şey geçer” der ama izler hep kalır.
Simyacı, kendi kaderini arayanların kitabıdır.
Santiago’nun hikâyesinde, kendi hayalini kovalamaktan vazgeçen milyonlarca insanın sesi vardır.
“Bir şeyi gerçekten istersen, bütün evren seninle iş birliği yapar” der Coelho.
Bu kitap bana, kaybolmanın aslında bulunmanın ilk adımı olduğunu öğretti.
Yolun nereye gittiği değil, o yolda kim olduğun önemlidir.
Bir sabah uyandığında kendini dev bir böceğe dönüşmüş bulsan ne olurdu?
Kafka, işte tam burada durur ve sorar:
“Ya zaten hepimiz dönüşmüşsek farkında olmadan?”
Dönüşüm, insanın toplum içinde sıkışmış hâlini, görünmezleşmesini anlatır.
Gregor Samsa’nın yalnızlığı aslında hepimizin aynasıdır.
Bu kitap, bana şu gerçeği hatırlatır:
İnsan bazen kendine bile yabancılaşır.
Basit bir hikâyedir ama öyle derin anlamlar taşır ki, her yaşta farklı bir şey anlatır.
Küçük Prens, çocuklar için yazılmış bir masal değil, yetişkinler için bir uyarıdır aslında.
“İnsanın kalbiyle baktığında görebildiği şeyler vardır” der.
Bir çocuğa okursan oyun olur, bir yetişkine okursan hayat.
Benim için bu kitap, sevmenin saflığını hatırlatan bir dosttur.
George Orwell, “Hayvan Çiftliği”yle gücü eline geçirenlerin nasıl yozlaştığını anlatır.
“Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir.”
Ne kadar tanıdık bir cümle, değil mi?
Bu kitap, bana her dönemde aynı şeyi hatırlattı:
İnsan, menfaat için en kolay değerinden vazgeçer.
Ve tarih, bunu tekrar tekrar yazar.
Karanlık, rahatsız edici ama bir o kadar da düşündürücü bir kitap.
Otomatik Portakal, özgürlük, şiddet ve ahlak üzerine yazılmış bir felsefe metni gibidir.
Alex karakteri, sistemin içinde sıkışmış ama sistemle dalga geçen bir anti-kahramandır.
Okurken rahatsız olursun, ama sonunda fark edersin ki bu rahatsızlık senin içinden gelmektedir.
Burgess, “insanı insan yapan şey seçim hakkıdır” der.
İyilik bile zorla dayatıldığında anlamını yitirir.
Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”da bir kuşağın ruhunu yazar.
Selim Işık’ın yalnızlığı, aslında bizim çağımızın hikâyesidir.
Topluma tutunamayan, kalabalıklar içinde kaybolmuş bir insanın çığlığı…
Bu kitabı okumak kolay değildir.
Zordur, yorucudur, ama sonunda insan kendine döner.
Her sayfasında başka bir hayat sorgusu gizlidir.
Bir gün gerçekten yalnız kalmak istersen, bu kitabı al ve bir kenara çekil.
Bir ülke düşün, bir sabah herkes kör oluyor.
Saramago, insanlığın karanlık yüzünü gözler önüne seriyor.
Körlük sadece görmemek değil, görmeyi reddetmektir.
Bu kitap, bana hep şu cümleyi düşündürmüştür:
“Medeniyet, çok ince bir ciladır; kazıyınca altından barbarlık çıkar.”
Okuduktan sonra etrafına başka türlü bakarsın.
Ve şimdi gelelim benim için en özel kitaba…
Evet, bu benim kitabım.
Ama sadece yazarı olduğum için değil, gerçekten okunması gerektiğine inandığım için bu listede yer alıyor.
Gel Bi Çay İçelim, bir adamın kayboluşla başlayan içsel yolculuğunu anlatıyor.
Bu kitapta ne büyük kahramanlar ne de mucizevi olaylar var.
Sadece bir insan var.
Kendisiyle, geçmişiyle ve hayatla hesaplaşan bir insan.
Bazı yollar insanı bilinmeze sürükler, bazı sorular ise hiç sorulmamış olsalar bile cevaplarını içinde taşır.
Ben bu satırları yazarken, aslında kendi içimdeki sessizliği dinliyordum.
Okurken sen de aynı sessizliğe dalacaksın belki.
Gel Bi Çay İçelim, bir davet aslında…
Hayata, sorgulamaya, anlamaya ve belki de en çok kendinle yüzleşmeye.
Bazen soluk soluğa kaçarken buluruz kendimizi, bazen de bir bardak çayın buğusunda.
Ben bu kitabı tam da o anlar için yazdım.
Bir bardak çayın karşısında, bir dostla, bir iç hesaplaşmanın ortasında okumalık bir kitap bu.
Kısacası:
Hayattan biraz yorulduysan, sessiz bir akşamda, kendi sesini duymak istiyorsan…
Gel Bi Çay İçelim. Trendyol'dan satın alabilirsiniz.
Şayet kitabı imzalı olarak isterseniz instagram'dan bana ulaşabilirsiniz...
Kitaplar bazen öğretmez, sadece aynadır.
Sen neysen onu gösterir.
Bu listedeki her kitap da öyle…
Kiminde vicdanını bulursun, kiminde yalnızlığını, kimindeyse cesaretini.
Ama hepsinin ortak bir yanı var:
Hepsi seni biraz daha “sen” yapar.
Ve belki de bütün bu kitapların sonunda, elinde çayını tutarken fark edeceksin:
Aslında aradığın şey, bir kitapta değil — bir kelimede saklıydı.
O kelime de belki “Gel Bi Çay İçelim.”
Çünkü o kitabı yazarken ben de kendimi buldum.
“Gel Bi Çay İçelim” benim için sadece bir kitap değil, bir yaşam çağrısıydı.
Bir dostunla oturup, hiçbir şey konuşmadan sadece anlamak istediğin o anın ta kendisiydi.
O yüzden, bu listedeki tüm kitapları okuduktan sonra bir çay demle…
Ve sayfaların arasında kendini bulduğunda bana uğra.
Çünkü bilirsin, ben hep oradayım:
Bir çay masasında, bir cümle aralığında,
Ve her zaman olduğu gibi...
“Gel Bi Çay İçelim.”