Rüzgârın Getirdiği Misafir: Dostoyevski ile Keşan’da Bir Gece

Rüzgârın Getirdiği Misafir: Dostoyevski ile Keşan’da Bir Gece

Yayınlanma Tarihi : Google News
Rüzgârın Getirdiği Misafir: Dostoyevski ile Keşan’da Bir Gece

merhaba sevgili okur kişisi,

bu öyküyü yazarken camın dışına vuran rüzgârı duyuyorum; Keşan’ın rüzgârı bu, tuzla nem taşıyor, uzak bir sahilden, İbrice’nin karanlık suyundan bile bir parçayı getiriyor sanki. masamın üstünde bir bardak çay, sayfaların kenarında kurumuş bir limon kabuğu, annemin gülümseyen fotoğrafı; bütün bunlar, yazıya başlamadan önce elimle yokladığım küçük muskalar gibi. fakat bugün masada bir başka misafir var: adına dünyanın yarısı boyun eğdi, öbür yarısı ondan kaçtı. ben kaçamadım. çünkü bir gece, Edirne’ye gidip döndüğüm bir gecenin sabahında, Dostoyevski ile karşılaştım.

hikâye şöyle başlıyor:

o akşam Arka Pub’da şiir okumuştum. program bittiğinde, masalara dağılmış kâğıtları, kitapları toplarken, Cem “bir çay daha iç, yol uzun,” dedi. güldüm, “gece çayının uykusunu sabah öderim,” dedim. dışarı çıktım; sokak, taş döşemenin üstünde ıslak bir parıltı. Stay Inn’in önünden geçerken, bir merdivenin gölgesinde bir adam duruyordu: başında eskimiş bir şapka, uzun bir palto, yüzünde ağır bir düşüncenin gölgesi. göz göze geldik. sonra adam, sanki beni çok eskiden tanıyormuş gibi, bir adım öne çıktı.

“Osman,” dedi. “Bu şehirde rüzgâr çok konuşuyor.”

o an bir şey oldu: zaman sanki pantolon cebimdeki bozuk paralar gibi dağıldı, yuvarlandı. sesi bir yerden tanıdık, ama Türkçeyi aksansız, fazla doğru konuşuyordu. “tanışıyor muyuz?” diye sordum.

“Ben, Fyodor Mihayloviç,” dedi, elini uzatıp. “Bazen ölüler de yol sorar.”

elim, onun eline değdiğinde soğuğu hissettim; ölü soğuğu değil ama bir sürgün sabahının soğuğu. nefes aldım, “buyur,” dedim, “Keşan’a geçiyorum; istersen gel. rüzgâr yol arkadaşı sever.”

yürümeye başladık. gece ile sabah arasında, hiç kimsenin saat kurmadığı o belirsiz aralıkta. otogarın boş banklarına oturduk; bir köşede görevli sigarasını gizli gizli içiyor, bir yerde kediler birbirlerine sessizce bağırıyordu. Dostoyevski elini paltosunun cebine soktu, bir kâğıt çıkardı; boş, çiziksiz bir kâğıt.

“Bunu al,” dedi. “Boşluk en ağır kağıttır.”

kâğıdı aldım, cebime koydum. sonra, fark etmeden, ona dert anlatmaya başladım: “ben bazen yarım kalmışım gibi hissediyorum,” dedim. “mütemadiyen eksik, sanki masanın bir ayağı kısa, oturduğum yer eğiliyor. blog yazıyorum, şiir yazıyorum, romanlar, podcast düşünceleri, planlar, planların kardeşleri… ama dünya hep birileri için tamamlanmış gibi; benim için değil.”

Dostoyevski gülümsedi, o yorgun Rus gülümsemesiyle. “Yarım kalmış olmak,” dedi, “kurtuluşun haberi olabilir. Çünkü tam olan şey, ya kırılır ya da küflenir. Yarım olan, yürür.”

autobüs gecikiyordu; Edirne rüzgârı, otogarın demir iskeletini çınlatıyordu. ben de sustum, o da sustu. bir sessizlikte insanın göğsü açılır. sonra o, sanki kendi kendine konuşur gibi: “Benim Petersburg’umda da böyleydi,” dedi. “Sokağın taşları düşünür, insanın iç sesi merdiven boşluklarında yankılanır. Senin Keşan’ında rüzgâr konuşuyor; fark şu ki, rüzgârın konuşması daha dürüst.”

otobüs gelince en arkaya oturduk. şoför yarı uykulu, muavin çay kokulu; içeri dizel ve kolonya karışımı bir koku yayıldı. Dostoyevski cam kenarına geçti, ben yanına. otobüs, Edirne’nin lambalarını geride bırakıp karanlığa doğru aktıkça, içimde bir çekirdek ısındı. ben konuştum, o dinledi; o sordu, ben anlattım.

“neden yazıyorsun Osman?” dedi bir ara.

“unutmamak için,” dedim. “annemin ellerinin kokusunu, babamın sessizliğini, Van’da tutulmuş sözleri, İstanbul’un kıyısında sigara dumanına karışan yarım cümleleri… hepsini bir arada tutmak için. bir de kendimi, galiba.”

“kendini tutmak tehlikeli iştir,” dedi. “Çünkü insan, kendini tutayım derken ya kendini boğar ya da kendinden kaçar. Fakat yazı, bir tür nefes borusudur. Onu açık tut.”

“peki ya dünya?” dedim. “dünya bazen öyle saçma ki. ben yazarken, dışarıda her şey çok hızlı bozuluyor gibi.”

“Dünya her zaman saçmaydı,” dedi, “bizimki biraz daha melodramatik belki. Ama saçmalığın üstüne kurulan bir anlamdan daha sağlamı yoktur.” sonra eğildi, alçak sesle ekledi: “Ama anlamın, başkalarının onayıyla ölçülmesine izin verme. Okur, bazen kaybolmuş bir yolcudur; sen yol tabelasını yazarsın, yolu değil.”

düşünürken uyku ile uyanıklık arasında gidip geldim; otobüs Keşan’a yaklaştığında, ufuk çizgisinde gri bir şerit belirdi. sabahın grişliği. o an, Dostoyevski, cebinden küçük bir kâğıt oyun kartı çıkardı; iki köşesi kıvrılmış, üstünde siyah bir sinek üçlüsü. kartı çevirdi, yüzüme baktı.

“bir zamanlar kart masalarında bütün hayatımı inkâr etmeye çalıştım,” dedi. “ama kader, masaya bakmaz. kader, insanın yüzüne bakar. Sen de masadan kalkmayı öğren; yalnızken de kazanmanın yolu budur.”

Keşan otogarında indik. o ince yağmur, taşın tozunu almış, şehrin kokusunu açığa çıkarmıştı: ekmek kokusu, eski bir kahvenin tabanından sızan kavruk kahve kokusu, ve çocukluğun kokusu — kimse bilmez ama sabahları şehirler, çocukluğun kokusunu salar. birlikte yürüdük. şehrin merkezine yaklaşırken, ona çocukluğumu anlattım; rüzgârı, küçük taş binaları, içimde taşıdığım yalnızlık çeşmesini. o dinledi, ara sokaklardan birine sapmamı istedi.

“Hadi,” dedi, “beni, senin en çok sustuğun yere götür.”

onu, evimin iki sokak ötesindeki küçük parka götürdüm. kimsenin pek uğramadığı, bir iki bank, rüzgârı kesecek kadar çalı bile olmayan, rüzgârla anlaşmalı bir yer. orada oturduk. bir süre konuşmadık. sonra o, cebinden bir kurşun kalem çıkarıp bana uzattı.

“kaç kelimen var bugün?” diye sordu.

“bilmem,” dedim, “bazen çok, bazen hiç.”

“o zaman sayma,” dedi. “hiç kelimelerin bile vardır — insan bazen susarak yazar.”

kalemi aldım. “senin kelimelerin çok ağır,” dedim. “insanlık kadar ağır.”

“Çünkü içimde taşımayı bıraktığımda, kaleme bıraktım,” dedi. “İnsan, taşıdığını ya yere koyar ya bir başkasına anlatır. Yazı, ikisinin ortasıdır: hem koyar, hem anlatır.”

o an rüzgâr daha sert esti; sanki biri görünmez bir perdenin bir ucunu çekti de dünya ikiye katlandı. sokaktan geçen bir kadın, iki ekmek almış, poşetin içindeki sıcaklık buğuyla cam gibi. “bak,” dedi Dostoyevski, “insanın bütün trajedisi, o poşetteki sıcağı eline yakmadan eve taşıma gayretine benzer. Sen yazarken, sıcağı korumaya bak.”

birlikte kahveye girdik. eski bir radyo, kısık bir türkü, duvarda sararmış bir takım fotoğraflar. kahveci, “iki çay,” dedim. Dostoyevski çayın dumanına uzun uzun baktı. “Sibirya’da,” dedi, “bazen bir bardak sıcak su, bir insanın yeryüzüne bağlı kalmasını sağlayacak tek ipti.” sustu, sonra ekledi: “Senin iplerin çok. Ailene, şehrine, rüzgârına tutunuyorsun. Ama bil ki, ipin çokluğu, yükü artırır. Bazılarını kesmen gerekecek.”

o an yutkundum. kesmek, kırmaktan daha zor. “ne yapayım?” dedim. “hangi ipleri?”

“Yalancı olanları,” dedi. “Seni güçsüz bırakanları. Ekranlarda kaybolan saatleri, boşa kurulan öfkeleri, başkalarının onay tuzaklarını. Bir de, eski bir yarayı kaşımanın haz verdiği bütün anları. Yara, bakılmak ister, kaşınmak değil.”

çaylarımız geldi. ben iki şeker attım, o şekere uzanmadı. çayı bir ilaç gibi içti, küçük yudumlarla. sonra yüzüme baktı. “Bir şey isteyeceğim,” dedi. “beni, annenin fotoğrafının karşısına götür.”

başımı salladım. evime yürüdük. merdivenleri çıkarken, alt kattaki babamın televizyon sesi duvarı yalayıp geçti; hayatta öyle sesler vardır ki kendi odana girene kadar peşini bırakmaz. içeri girdik. masanın üstündeki fotoğrafı aldı; uzun uzun baktı. “İnsan, en çok anasının yokluğunda büyür,” dedi alçak bir sesle. “Ben de öyle büyüdüm. Yazı, ananın sessizliğini dünyaya tercüme etmektir biraz.”

“özlüyorum,” dedim.

“özlemek,” dedi, “Tanrı’ya açılan en dürüst kapıdır. Güzel tarafı da şu: yazarken o kapı hep açık kalır.”

fotografı yerine koydu. pencereden sokağa baktı; rüzgâr, perdeyi yana yatırıyordu. “Bir yazı masası, bir pencere, bir rüzgâr,” dedi, “yeter. gerisi insanı aldatır.” sonra cebinden yine o boş kâğıdı çıkardı, masama bıraktı. “Buna bugün bir cümle yaz,” dedi. “Bir tek cümle. Kalanını yarına bırak. Yazarlığı kurtaran şey, devam etmektir; bitirmek değil.”

“peki ya bitmeyenler?” dedim. “romanlar, şiirler, blog yazıları; bazıları bitmiyor.”

“Bitmeyen her şey,” dedi, “sana sürekli bir şey öğretir. Bazı metinler kapı değil, koridordur. Oradan geçersin, içine bir şey eklenir ve başka bir kapıya varırsın. Onları kapatmaya çalışma; geçmeye devam et.”

saat ilerledi, evin içinde sabahın kokusu ağırlaştı. ona Keşan’ı göstermek istedim: rüzgârın sıyrılmadan geçemediği kavşakları, çocukken elimden tuttuğum yolları, cami avlusundaki yaşlı çınarın kabuğunu. “vaktim var,” dedi, “ölüler bazen acele etmez.” birlikte çıktık.

kurtuluş caddesi’nden geçerken, bir duvarda sprey boyayla yazılmış bir cümle gördüm: “son sözler yaşanan aşkın mührüdür.” durduk. o cümleye baktı, sonra bana. “Bunu sen mi yazdın?” diye sordu. “Benim,” dedim, “ama başkası yazdı duvara.” gülümsedi. “Güzel,” dedi, “bir söz, duvara çıkabildiğinde artık senin değildir. Halkındır.” sonra ağır ağır ekledi: “Ama dikkat et; halkın malı olan söz, sorumluluğun olur. Bundan sonra yazacağın her cümlede, bu duvarın gölgesi dolaşacak.”

pazar yerine vardık. taze sebze, çiçek, bağırışlar, tartıda şaşmaz bir telaş. Dostoyevski, patlıcanların parlak moruna, yaşlı bir teyzenin ısrarına, bir çocuğun limon sıkışına baktı. “Felsefe kitaplarından daha çok hayat var burada,” dedi. “Sen yazarken bu hayatın suyunu sık; asıl tada orada varılır.”

öğlene doğru, bir köftecide oturduk. o, ekmeğin içine biraz tuz serpti, etin üstüne limon sıktı. “Sürgünde,” dedi, “limon bir bayramdır.” ben güldüm, “bizde de rüzgâr bayram,” dedim. sonra uzun bir sessizlik. ben, içimde dönen çıkrığı duyuyordum: kelimelerin kuyusundan su çekiliyor, kova gıcırdıyor; her gıcırtı, hayatın bir başka hatırasını yüzeye çıkarıyor.

“Osman,” dedi sonunda, “biliyorum, bazen kendine kızıyorsun. ‘daha çok yazmalıydım, daha iyi yazmalıydım, daha sert konuşmalıydım’ diyorsun. ama kendine fazla sert davranmak, insanın kalemini kırar. kendine adil ol. içindeki hakimi emekli et; bir editör gibi davran ona: kes, biç, ama sev.”

“ya korku?” dedim. “bazen korkuyorum. hem yazmaktan hem yazdıklarımdan.”

“korku, yazının ekmeğidir,” dedi. “fakat küflenmiş ekmeği yemeyeceksin; her gün tazesini çıkaracaksın fırından. korkuyu taze tutmanın yolu, ona isim vermektir. bugün hangi korkundan yazıyorsun? onu başlığa koymasan bile bil.”

sokakta yürürken bir an, Keşan gökyüzü bir perde gibi geriye çekildi ve altından Petersburg’un kurşunî göğü göründü sanki. iki şehir üst üste bindi. bir anlığına, taşların altından Rusça sesler yükseldi; sonra rüzgâr çevirdi sayfayı, yine evimin sokağına döndük.

vedalaşma vakti, kendi kendini ilan eder; insan sormaz, beden bilir. evimin kapısının önünde durduk. o, paltosunu düzeltti, şapkasını tuttu. “Ben gideceğim,” dedi. “Her yazar, misafirini kelimesiz bırakmalı.”

“gitme,” demek istedim, ama demedim. çünkü bazı misafirler gidince kalır. “son bir şey,” dedi, “boş kağıda bugün yazacağın cümle, kendinden kaçtığın bir anda seni yakalasın. yazı, polis değil; ama aradığını bulur.”

“sana bir hediye,” dedim, “benden.” cebimden küçük bir not defteri çıkardım; ilk sayfasına o gecenin tarihini yazdım, altına da: “rüzgâr, yazının kardeşidir.” defteri aldı, sayfayı okudu, gözlerini yumdu. “Güzel kardeşler,” dedi, “birbirlerini zaman zaman döverler; yine de birbirlerini bırakmazlar.”

merdivene bir adım attı, sonra döndü. “Osman,” dedi, “sen yaşayarak yazıyorsun. Fakat yazının da seni yaşattığını unutma. Gün olur, nefes biter; cümle devam eder. sen o cümlenin yanına bir virgül koymayı bil.”

sonra gitti. “gitti” demek belki fazla maddi; sanki rüzgâr onu aldı, sokak dönüşüne bıraktı; sanki sabah güneşi onu pencerenin eşiğinde eritti. kapıyı kapattım. evin içi, bir anda o kadar sessizleşti ki, çayın kaşığa vurması bile yankı yaptı. masaya oturdum, o bıraktığı boş kâğıdı önüme çektim. kalemi elime aldım; bir türlü başlamayan cümleler, başlamak için sıra bekleyen çocuklar gibi ayakkabılarını düzeltti.

sonra yazdım:

“bugün rüzgâr, ağabeyi dostoyevski’yi Keşan’a getirdi; ben onu uğurladım ama cümlesini bıraktı.”

nokta koymadım. çünkü o öğretmişti: bazen nokta, kendine fazla güvenenlerin işaretidir; yaşamak, çoğu zaman virgülle yürür.

öğleden sonra, dışarı çıktım. çarşıdan geçtim, duvardaki yazıya bir daha baktım: “son sözler yaşanan aşkın mührüdür.” parmağımla yazının kenarını yokladım, boya pütür pütür. bir çocuk yanımdan geçti, elinde bir uçurtma; rüzgâr bir anda yüzümü tokatladı — Dostoyevski’nin gülüşü gibi: sert ama şefkatli.

akşamüstü babama uğradım. “konuğun var mıydı?” dedi, merakla. “vardı,” dedim, “uzak bir yerden.” gözlerini kıstı, “bizim oralardan mı?” dedi. “bizim,” dedim; “hepimizin oralardan.” çay doldurdu, sustuk. televizyonun sesi bir süre sonra yoruldu. babam pencereye baktı, “rüzgâr,” dedi, “hiç dinmiyor.” gülümsedim: “dinsin istemiyorum.”

gece, masama döndüm. boş kağıdın altına, bir cümle daha:

“yazı, halfeti’deki siyah güle benzer; suyu karanlıktan alır, rengi umuda çalar.”

sonra defteri kapattım. pencereden Keşan’ı izledim: bir köpek, iki sokak lambasının ortasında durup havladı; biri cevap verdi, sonra üçü oldu. rüzgâr perdeyi oynattı. ben, o günün yükünü hafifletmek için küçük bir dua okudum: “yazdıklarım beni insan kılsın, yazamadıklarım affolsun.”

uykuya dalmadan önce, yastığımın yanındaki defteri açtım, son bir not:

“eğer bir gün, bu öyküyü okuyan biri, ‘Osman uydurmuş,’ derse; bilsin ki, yazı zaten uydurmanın en dürüst hâlidir. çünkü yalan söylemeden hayal kurmanın adıdır yazı.”

bir süre sonra, karanlık bir ırmak gibi akan uykunun kıyısında, bir ses duydum. çok uzaklardan, Petersburg’un taş sokaklarından, kelepçe izlerinden, oyun kartlarının kenarlarından süzülüp gelen bir ses: “virgül koymayı unutma.”

o gece, rüyamda virgüller yürüdü sokaklarda. her virgül, bir nefes, bir bekleyiş. ve ben her bekleyişte, Dostoyevski’nin paltosunun eteğini görür gibi oldum. elimi uzattım; rüzgâr, parmaklarımı öptü.

sabah, ilk iş, boş kağıdı alıp üçüncü cümleyi yazdım:

“virgül, kalbin adımlarını duyuran küçük tokmaktır.”

sonra giyindim, sokağa çıktım; Keşan, günün ilk gürültüsünü yeni yeni topluyordu. bakkal kepengi kaldırıyor, fırıncı tezgâha susam serpiyor, bir kadın balkonundan çiçeklerine su veriyor. onların hepsinin üstünden, görünmeyen bir el, şehirde bir kelimeyi düzeltiyor sanki: “devam.”

bu öykünün bir sonu yok; çünkü o sabah yazdığım üçüncü cümleden sonra, her gün yeni bir cümle yazıyorum o boş kâğıda. bazı günler bir kelime eksik kalıyor, bazı günler kelimenin kuyusundan su taşarken omzum ağrıyor. ama biliyorum: karşılaştığım adam, benden bir son istemedi; benden bir devam istedi.

işte bu yüzden, şimdi masamın üstünde iki şey duruyor: annemin fotoğrafı ve Dostoyevski’nin bıraktığı boş kâğıt. fotoğraf, geçmişimi hatırlatıyor; kâğıt, geleceğimi. ikisinin arasında, rüzgâr. ben de orada duruyorum: virgül kadar, rüzgâr kadar, yazı kadar.

ve hâlâ, bazen geceleri, Edirne’den dönen otobüslerin fren sesi şehre yaklaşırken, merdiven aralığında bir palto gölgesi beliriyor; ben kapıyı aralıyorum, içeri sadece rüzgâr giriyor. yetiyor.

çünkü karşılaşmaların en gerçeği, insanda bıraktığı sözle sürüyor.

ve o söz — biliyorum — henüz bitmedi. sadece, güzel bir virgülde dinleniyor.

begendim
0
Begendim
bayildim
0
Bayildim
komik
0
Komik
begenmedim
0
Begenmedim
uzgunum
0
Uzgunum
sinirlendim
0
Sinirlendim

Yorum Gönder

Yorumlar