Advert
Advert

12 Ekim: Keşif, Direniş ve İki Film Arasında İnsanlık

12 Ekim: Keşif, Direniş ve İki Film Arasında İnsanlık

Yayınlanma Tarihi : Google News
12 Ekim: Keşif, Direniş ve İki Film Arasında İnsanlık

12 Ekim: Keşif, Direniş ve İki Film Arasında İnsanlık

Merhaba sevgili okur!
Bugün 12 Ekim. Yılın 285. günü. Yıl sonuna 80 gün kalmış. Takvimler değişiyor, gündem her zamanki gibi karışık ama bazı tarihler var ki, sıradan bir gün olamıyor. İşte 12 Ekim de öyle bir tarih. Çünkü bu gün, Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına ulaştığı, yani dünyanın yönünü değiştirdiği gün. Tabii “keşif” diyoruz ama aslında biraz da “işgalin romantik adı” gibi bir şey bu.

Ben de düşündüm dedim ki: “Madem bugün ‘keşif’ konuşulacak, gel iki film izleyelim. Ama öyle yüzeysel, kahramanlık soslu şeyler değil… Tarihi tersinden okutan, insana ‘biz ne yapıyoruz böyle?’ dedirten iki film.”

Birincisi “1492: Conquest of Paradise”, ikincisi The Battle of Algiers.
Biri “yeni dünyayı bulduk” diyenlerin hikâyesi, diğeri “eski dünyayı geri istiyoruz” diyenlerin.
Yani biri keşif, diğeri direniş.
Tam ortasında ise hepimiz: seyirci.


1. 1492: Conquest of Paradise — Keşif mi, İşgal mi?

Yıl 1992. Yönetmen Ridley Scott. Müzikler Vangelis’ten (o büyülü elektronik dokular hâlâ aklımda çalıyor). Oyuncu koltuğunda Gérard Depardieu. Film, Kristof Kolomb’un İspanya’dan yola çıkıp “Yeni Dünya”ya ulaşmasını anlatıyor. Ama Scott, olayı destan gibi değil, insanın gözünü hırs bürüdüğü bir trajedi gibi anlatmayı seçiyor.

Film başladığında deniz dalgaları karanlıkta köpürüyor, gemiler bilinmeyene doğru süzülüyor. Ve bir adam var: “Dünya yuvarlak!” diye bağırıyor.
Ama film ilerledikçe anlıyoruz ki mesele dünya değil, iktidar.
Çünkü keşif, tarih boyunca hep birilerinin “ben daha fazlasını hak ediyorum” cümlesine dayanmıştır.

Bugün sosyal medyada bile aynı hikâye dönüyor: “Yeni fikir keşfettim”, “Yeni yatırım fırsatı keşfettim”, “Yeni ben’i keşfettim.”
Ama hiçbir keşif, bedelsiz değil.
1492’de de değildi.


Bir kıtanın keşfi, bir halkın kaybı

Film, Kolomb’un Amerika’ya vardığında yerlilere bakışını iki farklı aynadan gösteriyor:
İlki “medeniyet götüren adamın” kibri, ikincisi “karşısında duran halkın” hüznü.
Filmde yerliler neredeyse tanrısal bir sadelikle gösteriliyor; Kolomb ise bir vizyonerle fırsatçı arasında gidip geliyor.

Bu noktada Ridley Scott ustaca bir şey yapıyor: Kolomb’u ne yüceltiyor, ne yerin dibine sokuyor. Sadece “insan” yapıyor.
Ve insan, her zaman biraz acımasız, biraz umutlu, biraz da kördür.

Ben filmi her izlediğimde şunu düşünürüm:
Keşfetmek mi daha tehlikelidir, sahip olmak mı?
Çünkü insan keşfettiği şeyi hemen “benim” der.
Topraksa toprak, fikirse fikir, aşksa aşk.

Bugün baktığımızda, “keşif” dediğimiz şeyin gölgesinde hâlâ sömürgeci bir iz taşıyoruz. Amazon ormanlarını keserken, toprak altındaki madeni çıkarırken, hatta bir fikri bile çalarken aynı refleksi yaşıyoruz: “Buldum, o hâlde benimdir.”

Ridley Scott bunu yüzümüze usulca vuruyor.
Bir film düşün: Arka planda Vangelis’in müziği, ön planda ise insanın açgözlülüğü.
İşte bu yüzden 1492, sinema tarihinin en politik tarih filmlerinden biridir.


Bugüne Dair Küçük Bir Not

Bugün Kolomb’un gemileri yok belki ama yeni dünyalar keşfetmeye doyamıyoruz.
Sosyal medyada “keşfet” butonu bile var.
Kendimizi teşhir ediyor, başka hayatların sınırlarını işgal ediyoruz.
Kolomb’un gemisi artık cebimizde.
Ve hepimiz, bir yerlerde yeni bir “Amerika” arıyoruz.
Ama belki de asıl keşfetmemiz gereken, kendi içimizdeki kıta:
Vicdan.


2. The Battle of Algiers — Direnişin Nabzı

Şimdi gelelim ikinci filme:
Yıl 1966. Yönetmen Gillo Pontecorvo.
Film, Cezayir’in bağımsızlık mücadelesini anlatıyor.
Ve bu film öyle sıradan bir yapım değil; neredeyse belgesel kadar gerçek.
Hatta öyle ki, yıllar sonra ABD ordusu Irak işgali sırasında bu filmi askerlerine izletmiş. “Gerilla savaşı böyle olur” diye.
Yani bir film düşün, hem direnişin manifestosu hem de işgalin el kitabı olmuş!


Sokakların sineması

The Battle of Algiers’te kamera sokakta gezer.
Elinde taş olan çocuk, elinde silah olan asker, ağlayan bir kadın, bağıran bir subay...
Hepsi aynı caddenin içinde.
Film, savaşın kahramanı olmadığını anlatır. Çünkü burada kimse “iyi” değildir.
Yalnızca “acı” gerçektir.

Cezayir’in Fransız sömürgesinden kurtuluş hikâyesi, aslında tüm dünyanın direniş hikâyesidir.
Bir ülke, bir halk, bir inanç sistemine karşı değil; kendi korkularına karşı da savaşır.

Ben bu filmi ilk izlediğimde, aklımda tek bir soru yankılandı:
Bir halk özgürlüğü için ne kadarını kaybetmeyi göze alabilir?

Film, siyah-beyaz olmasına rağmen insanın içine kan gibi işler.
Çünkü o tonlar arasında gri yoktur, sadece gerçek vardır.
Patlamalar, infazlar, sokaklar… Her şey rahatsız edici ama dürüsttür.


İşgalin estetiği, direnişin ahlakı

Pontecorvo, filmi öyle bir dille anlatır ki, bir süre sonra kimin haklı olduğunu unutursun.
Çünkü mesele haklılık değil, hayatta kalmaktır.
Ve işte tam orada sinemanın büyüsü başlar: seyirciyi yargıç yapar.

Filmdeki kadın karakterler özellikle çarpıcıdır.
Bombaları taşırlar, saklarlar, kurban olurlar.
Yani “özgürlük” yalnızca erkeklerin hikâyesi değildir.
O sahnelerde hissedersin: direniş, cinsiyetsizdir.

Bu film, “vatanseverlik” ile “insanlık” arasındaki o ince çizgiyi gösterir.
Bir noktadan sonra şunu düşünürsün:
Evet, belki kazandık ama kim olduk biz?
Tıpkı savaş sonrası sessiz kalan şehirler gibi, izleyici de sessiz kalır.


Keşif ve Direniş Arasında Bir Köprü

İlk filmde Kolomb bilinmeyene yelken açar; ikinci filmde Cezayir halkı bilinen zincirleri kırar.
Biri **“Yeni Dünya”**yı bulur, diğeri **“Kendi Dünyası”**nı geri alır.
Arada beş yüzyıl vardır ama aslında hikâye aynıdır:
İnsan, bir şey arar.
Birisi altın, diğeri onur.
Ve her iki arayış da bedellidir.


İki filmden aynı soruya varmak

İzledikten sonra aklımda hep şu sorular kalıyor:

  • Keşfedenle işgal eden arasındaki fark nedir?

  • Direnenle yıkıcı olan arasındaki çizgi nerede başlar?

  • İnsanı insan yapan, kazandıkları mı kaybettikleri mi?

Bu iki film, bu sorulara cevap vermez — zaten iyi filmler vermez.
Yalnızca seni düşündürür.
Çünkü düşünmek, en büyük direniştir.


Sohbetin Sonuna Doğru

Ben her 12 Ekim’de bu iki filmi hatırlarım.
Bir yanda “1492: Conquest of Paradise”, öbür yanda The Battle of Algiers.”
Biri bana keşfin ne kadar masum görünebileceğini, diğeriyse özgürlüğün ne kadar kanlı kazanıldığını hatırlatır.

Ve her izleyişimde şunu fark ederim:
Biz hâlâ aynı hikâyeyi yaşıyoruz.
Bugün sosyal medyada “fikir keşfetme” adı altında birbirimizi işgal ediyoruz.
Özgürlük diyoruz ama algoritmanın esaretindeyiz.
Bir yanda influencer Kolomb’lar, öbür yanda Cezayirli direnişçiler gibi görünmeden savaşan sessiz insanlar.
Evet, tarih şekil değiştiriyor ama öz aynı.

Bu iki filmi izlediğinde, sadece geçmişi değil, bugünü de göreceksin.
Birinde kılıç, diğerinde kamera var; ama ikisi de aynı soruyu soruyor:
“İnsan olmak neye mal olur?”


Küçük Bir Not Defteri Sayfası Gibi

Benim gibi gece çayıyla film izlemeyi seven biriysen, bu iki filmi arka arkaya izleme.
Önce “1492”yi izle, sabaha kadar düşün.
Ertesi gün “The Battle of Algiers”i aç; sokakların dilini duy.
Sonra not defterine şunu yaz:

“Her keşif bir kaybı, her direniş bir bedeli saklar.”

Ve unutma:
Sinema, tarih kitaplarının sus pus kaldığı yerden konuşur.
Kimi zaman bir geminin gölgesiyle, kimi zaman bir bombanın dumanıyla.
Ama hep aynı şeyi söyler: İnsan değişmez.
Sadece meşalesi değişir.


Son Söz

Bugün 12 Ekim.
Tarihte bir kıta keşfedildi, milyonlarca insan kaybedildi.
Ama sinema sayesinde biz hâlâ o hikâyeyi yeniden izleyebiliyor, yeniden sorgulayabiliyoruz.
Ve işte bu yüzden film, tarihin vicdanıdır.

Bir gemi kalkar, bir şehir yanar.
Ama kamera kayıttadır.
Ve biz hâlâ izliyoruz…
Hem onları, hem kendimizi.

begendim
0
Begendim
bayildim
0
Bayildim
komik
0
Komik
begenmedim
0
Begenmedim
uzgunum
0
Uzgunum
sinirlendim
0
Sinirlendim

Yorum Gönder

Yorumlar