Sayıklamalar (2): Aşkın Adı Yok ya da Bin Bir Endişe...

Sayıklamalar (2): Aşkın Adı Yok ya da Bin Bir Endişe...

2

Aklımın fikri mutlakiyetini yitirmek üzere olduğum zamanlardan geçiyordum tam manasıyla. Her şey geride kalıyordu ve daha da kötüsü ben de kendimden geride kalıyordum. Yani şunu demeye çalışıyorum sanırım. Zaman bir şekilde akıp gidiyordu, her şey geçip gidiyordu, ben fiziksel olarak bir yerden bir yere gidiyordum. Evet! Bunların hepsi bir şekilde olmaktaydı ve olmaya da devam ediyordu. Bir şekilde hayat devam ediyordu. Saçlarım dökülmüş, gözlerim bozulmuş ve sakallarım beyazlamıştı. Bunların üstesinden gelemiyordum. Gelebilecek gibi de görünmüyordum açıkçası. Yorgundum. Çünkü yorgunluğumun yaşamak gibi bir anlamı da yoktu artık. Yaşamıyordum. Sadece nefes alıp veriyordum ve bunun adı yaşamak değildi. Aklım fikren ve zikren geçmişte dönenip duruyordu. Aklımı bir türlü şimdiki zamana getiremiyordum. Hep geçmişi özlüyordum. Geçmişten izler taşıyordum. Fiziksel izden bahsetmiyorum. Nasıl anlatsam, bilmiyorum! Yani yürek yarasını açıp gösteremiyorsun ki, açıp göstersem nasıl kanadığımı, anlardınız belki beni. Eksiksiz olarak anlatmam gerek bazı şeyleri. Yani benim bu içinde bulunduğum girdabın nasıl bir şey olduğunu size izah etmem gerek. Her şeyleri anlatmam gerek. Aşka dair, sevdaya dair ve hayata dair şeyler anlatmam gerek. Bunun adına siz ne derseniz deyin, ama benim anlatmam gereken şeyler bunlar.

Öyle bir çağdan geçiyoruz ki. Bundan 100 sene, 1000 sene önce insanların bilgiye ulaşmasını engelleyerek cahil bırakıyorlardı ve öyle yönetiyorlardı. Şimdiyse bilgi herkesin gözünün önünde, lakin insanlar yine cahiller. Çünkü şimdi de insanları bilgiyle kuşatıp cahil bırakıyorlar. Dehşet bir bilgi kirliliği var. Kara cahillik dünyanın dört bir yanını bürüdü. Herkes her şeyi bildiğini sanıyor, lakin kimsenin bir boktan haberi yok. Ben de dahil, hepimiz dahil. Sanat adı altında saçma salak şeyler piyasada dolaşıyor. Yeni bir romancı, yeni bir öykücü, yeni ressam, yeni bir türkücü yetiştiremiyoruz, yetişmiyor. Yapılanların hepsi geçmişten gelen şeyler. Elimizde avucumuzda olanlar hep geçmişin izlekleri. Onların izlerine basarak yürümeye çalışıyoruz. Estetik ve güzellik adına ortada hiçbir şey yok. Estetik ve güzellik deyince aklımıza kıçımız başımız geliyor. Sanatsal anlamda ortada hiçbir şey yok. Üretmiyoruz. Hiçbir anlamda üretmiyoruz. Sadece tüketiyoruz. Mimari anlamda da tam bir çöplüğe döndürdük ülkeyi. Dünyanın en güzel şehirlerinden ve en büyük metropollerinden birisi olan İstanbul’un içine ettik el birliğiyle. Tarihe saygımız yok. İnançlara saygımız yok. İnançların da bize saygısı yok. Yeni yeni inanç sistemleri uyduruyoruz. Allah adına konuşan adamlar, peygamber adına hadis uydurukçuları ve daha neler neler! Ve bunların peşi sıra giden binler, on binler, yüz binler, milyonlar. Yalan ve kandırma çağını yaşıyoruz adeta. Yalan söyleyenlere büyük saygımız var. Yalakalık anlamında amiyane tabirle sakso çekmeyi siyaset olarak görüyoruz. Abesle iştigal ediliyoruz sabah evden çıktığımız andan itibaren. Kimsenin kimseye saygısı da sevgisi de yok, ama herkes herkesle mutlu mesut. Sosyal medya görsellerimizde havamızdan geçilmiyor. Kimsenin söyleyecek yeni bir sözü yok. Herkes günlerini 40 kelime ile geçiriyor. Biri mesela, 40 sene önceki yaşadığını anlatıyor ve bununla hem mutlu oluyor hem üzülüyor. Duygularımız geçmişte kalmış. Hüznümüz de sevincimiz de geçmişten bize el sallıyor. Şu zamanı yaşayamıyoruz çünkü bu içerisinde bulunduğumuz çağ yaşamıyor. Yaşayan bir çağ değil bu. Koşan ve koşturan bir çağ. Her şeyin en iyisine layık olduğuna inandırılmış insanlarla çevrili etrafımız. İnsan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, ibne hakları vesaire bütün haklar tespit edilmiş ve hak sahiplerine teslim edilmiş. Ama kimsenin bir ötekinin hakkına saygısı yok. Herkes her şeyin daha fazlasını istiyor. Daha fazla evi olsun istiyor, daha fazla arabası, daha fazla parası, daha fazla çocuğu, daha fazla karısı/kocası. Tek eşlilik mesela ayıp bir şey oldu artık. Herkes herkese ulaşabiliyor. Geceden sabaha biten aşklar. Alkolle gelenler, kahveyle gidenler. Sevişenler, seviş getirenler, çocuk aldıranlar, çıldıranlar, kafayı yemek üzere olanlar. Kendini bir bok sananlar ve gerçekten de sandığı gibi olanlar. Her şey bu kadar karmaşıkken akıl sağlığımızı koruyabilmemiz pek mümkün olmuyor. Yavaş yavaş biz de aklımızı ve sağlığımızı kaybediyoruz. Yeni yeni hastalıklar peyda oluyor. Pandemiler, tifüsler ve kanserler, kalp yetmezlikleri, nefessiz kalmalar, şeker hastalıkları tip 1’ler tip 2’ler, tansiyonlar vesaire. Yeni yeni ilaçlar çıkıyor akabinde, ilaçlar, iğneler, serumlar, aşılar çıkıyor. İlaçlara göre mi hastalıklar üretiyorlar? Hastalığa göre mi ilaçlar üretiliyor? Bilmiyoruz! Bilmediğimiz bir kamyon bilinmezin orta yerinde kimseye ve hiç kimseye söyleyemediğimiz soru işaretlerimizle günlerimizi geçiriyoruz. Günlerimizi geçirmiyoruz aslında, günler bize geçiriyor. Yaşlanmak diye yeni bir şeyi keşfediyoruz her gün azar azar. Eklemlerimiz ağrımaya başlıyor. Boynumuz düzleşiyor. Belimiz bükülüyor. Buna karşı yapabileceğimiz hiçbir şey yok elimizde. Çünkü böyle. Çünkü böyle gelmiş böyle gider nameleriyle büyütülmüş insanlarız her birimiz. Başkalarına söylediğimiz yalanlara önce ve mutlak surette kendimiz inanıyoruz. Yalan hayatlar kurmuş birileri bize ve biz o yalan hayatlara yeni yalanlar ekleyip, kendimizi de ikna edip, o hayatları yaşamayı sanki kendi tercihimizmiş gibi yaşamaya özen gösteriyoruz. Bütün kıyafetlerimiz ütülüdür misal, bütün efkarlarımız geçmişten öğrenilmiştir. Çünkü birileri çok güzel efkarlar biriktirmiştir zamanında ve şiirler, şarkılar söylemiştir bunlarla ilgili. Tablolar, heykeller yapmıştır. Filmler, diziler yapılmıştır elbet. Ve biz de onlardan kopya çekerek yaşamışızdır aşk acımızı da, efkarımızı da, sevincimizi de, mutluluğumuzu da ve daha ne  varsa geriye kalan hep kopyadır. Onlar öyle üzülmüştür ya, biz de öyle üzülmeliyizdir. Her şeyimiz bir başkasının hayatının kopyası olduğu içindir ki, şimdiki aşklarımız da o başkalarının aşklarına benzemekte. Herkes herkesle yatıyor televizyonda ya, biz de kendimizde bu hakkı buluyoruz. Kadınlar ve erkekler olarak. Sosyal bir medyamız var ve hepimiz artık önemli şahsiyetleriz. Şahsiyetsiz şahsiyetler cirit atmakta etrafta. Herkesler fenomen. Yolda yürümeyi bilmeyen adamlar youtube’da ülke kurtarıyor. Herkes siyaset bilimcisi, herkes futbol erbabı, herkes çok iyi birer aşçı. Herkes iktidar sahibi, herkes muhalefet. Hatta muhalefete de muhalefet. Muhalefete bu kadar muhalefet başka bir ülkede zor bulursunuz. Sonra da çıkıyoruz ve başımızdaki adamı eleştiriyoruz. Yahu senin yansıman o işte. Sen öyle olduğun için o adam öyle. Sen yalan söylüyorsun, sen hırsızlık yapıyorsun, sen yolsuzluk yapıyorsun. Bir yolunu bulsan devleti üstüne yaparsın. Ama yapanı beğenmiyorsun. Bence beğenmelisin çünkü o sensin. Sen de osun. Osuruktan nameler bunlar sayın ve saygın kardeşlerim. Herkes önündeki işi layıkıyla yapmıyor, ama bir başkasının işini o işin erbabından daha iyi yapacağını sanıyor. Kimse içinde bulunduğu hayattan memnun değil. Herkes bir başkasının hayatına gıptayla bakıyor ve izliyor. Bakıyor ve izliyor ama görmüyor. Görme yetimizi kaybettik en nihayetinde. Çünkü içinde bulunduğumuz çağ sürat çağı. Oysa şunu gözden kaçırıyoruz bu süratin ortasında. Ne kadar hızlı gidersen görme yetisi o kadar yok olur. Tam olarak yaşarken bunu deneyimliyoruz. Azalıyoruz her geçen gün farkında değiliz. İnsanlar canlarına kıyıyor. İnsanlar faturalarını ödeyemiyor. İnsanlar hastane köşelerinde bile ölemiyor, çünkü hastanelerden randevu alamıyorlar. Evde randevu günü beklerken ölüyorlar. Hastanelerde yeterli doktor yok, hastanelerde yeterli teçhizat yok, hastanelerde olan doktorlar yeterli yeterliliğe sahip değil. Bunlar tabiî ki Kongo Cumhuriyet’inde böyle. Bizde çok şükür böyle şeyler yok. Her şey günlük gülistanlık. Dünya bizi kıskanıyor. Biz dünyadan başka bir dünyada mı yaşıyoruz ülke olarak bilmiyoruz! Ben bütün bunları niye anlatıyorum, böyle şeylere niye kafa yoruyorum gerçekten bilmiyorum. Benim bildiğim tekbir şey var; o da dışarıda bütün bunlar olurken benim kafamın içinde Eylül’ü deli gibi yaşıyor ve yaşatıyor olmam. Çıkmıyor aklımdan bir an. Aklım çıkıyor, aklımdan çıkmıyor Eylül. Aklımdan çıkacak diye aklım çıkıyor. Ama ben akım diyeceğim yerde bokum diyen bir adam olduğum için, Eylül hayatımdan çıkıp gidiyor her defasında. Ve dönüp dolaşıp hep Eylül’ü anlatıyorum herkeslere. Çıldırmakla, nirvanaya ulaşmak noktasının tam ortasındayım. Bir adım atsam diye düşünüyorum, lakin o adımı ne tarafa atacağım hususunda en ufak bir bilgiye vakıf değilim sayın seyirciler. Sizler böyle benim hayatımın seyircisi olmuşsunuz da ben tek kişilik bir oyunun hem baş kahramanı hem de figüranıyım gibi hissediyorum kendimi. Çok azalıyorum, çünkü azalmaktan haz alıyorum sayın ve saygın seyircilerim. Ben böyle anlatırken, sizler çayınızı ve kahvenizi önünüzden eksik etmeyin lütfen!

#OsmanCoşkun #MuharrirAdam

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ