Otomatik Biyografi - 1. Bölüm

Otomatik Biyografi - 1. Bölüm

Edebiyat ve Hayatın İç İçe Geçişi: Bir Yazın İşçisinin Hikayesi

Edebiyat benim hayatımı sikti.

Çok mu net bir giriş oldu. Bilemem. Bildiğim tek bir şey var, edebiyat benim hayatımı sikti. Belki de ben böyle olmasını bile isteye girdim bu yola. Bir yanda hayatımı sikti, diğer yandan da benim ben olmamda edebiyatın büyük rolü var. Bu bir ikilem mi? Sanmıyorum. Zira var olan her şey bir sikişin ürünü en nihayetinde. Bu sikişi öyle küfür gibi algılamamak lazım. Var olan bütün sikişler hayatın tekamülü için gereklidir. Öyledir. Bunu kabul etmeseniz de bu böyledir. Kabul etmeseniz de çok da sikimde. Ne düşündüğünüz zerre umurumda değil. Zira ben 37 yaşımdayım. 37 sene boyunca neler yaşadığımı ben biliyorum. Bilmediğiniz hayatlar hakkında ahkam kesme huyunuzdan vazgeçin. Sikerim sizin önyargılarınızı. Bu hayat denilen çelişkiler deryasına bir damlacık olsun faydası olmayan insanlardan nefret ediyorum. Bu nefret etme olayını da kendimde bir hak olarak görüyorum açıkçası. Çünkü ben “bana göre” çok bedel ödedim. Çok yandım, çok yakıldım, çok yanıldım, aldandım, arkasız da kaldım, yarınsız da kaldım. Hanginiz vardı o zaman yanımda? Hiç kimse yoktu. Ben hep yalnız savaştım. Böyle paldır küldür girdim anlatmaya farkındayım. Gelgelelim hayatın kendisi de hep böyle paldır küldür değil midir? Öyledir en nihayetinde.

Belki de edebiyat benim hayatımı sikmemiştir. Bunu da bilemem. Belki de hayatım sikildiği için edebiyata sığınmışımdır ve bütün suçu da edebiyata yüklemişimdir. Kim bilir. Böylesi daha makul geliyor akla ve mantığa. Evet kesin olarak böyle oldu. Ben gittim olur olmadık yerlerde hayatımı siktirdim, sonra da geldim edebiyata sığındım. Aslında edebiyat benim bir nevi sığındığım limandı. Hep öyle oldu. Kendimi bildim bileli edebiyatla iç içeyim. 8 Aralık 2003’te ilk şiirimi yazdığımdan beri, hep bir itiş kakışın içinde buldum kendimi. Geçmişte yazmış olduğum bazı yazılarımda yazma işlerine nasıl başladığımdan bahsetmiştim. Bahsettiğim için yine bahsetmeyeceğim anlamını çıkarmanız beni güldürür açıkçası. Çünkü ben burada şu anda yapmaya çalıştığım şeyi size şöyle izah edebilirim: bu yazılanlar benim hayatımın “Z Raporu”dur. Hem benim hayatımın Z Raporu hem de yakın geçmişimizin bir nevi iz düşümüdür. Yani en azından ben öyle olmasını umut ediyorum. Neler anlatacağım, nasıl anlatacağım hususunda en ufak bir fikre haiz değilim. Bildiğim bir şey varsa, yazarken hiçbir kurala, hiçbir yasaya, hiçbir kanuna, hiçbir ideolojiye bağlı kalmayacağım. Kimin ne anlayıp, ne anlatacağı ile ilgili de zerre bir şüphe barındırmıyorum. Zira biz millet olarak okuduğunu anlayabilen bir toplum değiliz. Yazılan ile anlaşılan ve dahi başka yerlerde anlatılan her şey hep farklı oluyor. Mesela geçenlerde ben bir teşekkür yazısı paylaştım sosyal medya hesabımda: “Arkadaşlar, dostlar ve dahi Romalılar” diye girizgah yaptım. Amına koduğum bazı andavallar benim bu girizgahımdan başka bir anlam çıkarma cüretini göstermişler. Yani hem anlamamışlar hem de anlam çıkarmaya çalışmışlar. Benim paylaşımımı ekran görüntüsü almışlar. Ne yapacaklarsa o ekran görüntüsünü bilmiyorum. Benim duyduğumda tepkim net oldu: “analarının amına soksunlar o ekran görüntüsünü” dedim. Tavrım hala nettir. Benim söylediğimden başka bir anlam çıkarıp, bir de çalışmayan kafalarıyla kalkıp benim anlamıma başka anlamlar ekleyip, gidip sağda solda anlatma cüreti gösteren herkesin o anlamlar anasının amına girsin. Yeteri kadar net oldu sanırım. Yok canım sinirli falan değilim. Sadece gerizekalı insanlara karşı tahammülüm yok. Zaten yoktu, artık hiç kalmadı. Benim gazabımdan korunmak istiyorsanız bana olan güvenli takip mesafenizi korumanızı salık veririm hepinize. Zira ben çamurumdur, özellikle yanlış anlaşıldığımı anladığım vakitlerde. Daha doğrusu doğru anlama kapasitesi olmayan bazı andavalların benim üzerimden birilerine yaranmaya çalışacağını sezinlediğim vakitlerde ziyadesiyle çamurlaşabiliyorum. Fena kalbinizi kırarım haberiniz olsun. Adam olun. Yani benim yazdıklarımı, çizdiklerimi vesaire okuyanlar benim bir şeyi söylemeye çalışırken eğip bükmediğimi doğrudan doğruya pat diye söylediğimi bilir. Buraya kadar yazdıklarımdan da anlaşıldığını ümit ediyorum. Benim geçenlerde yazdığım, “arkadaşlar, dostlar, Romalılar” kelamının Şekspir’in bir oyunundan olduğunu bilemeyecek zekada olan hiç kimseyi 50 metre yakınımda istemiyorum. Evet doğrudur, bana olan güvenli takip mesafesi 50 metredir! Vallah bu konuda hiç mütevazı olmayacağım. Çok net söylüyorum, sikerim belanızı. İster okuyun ister okumayın. Daha da ötesinde beni okumadan önce gidin önce kendinizi bir hocaya okutturun amına koyayım, algılarını açtırın önce. Zira cin çarpmıştan beter olursunuz benden söylemesi.

Biraz dikkatli bakarsanız sinirli olduğumu anlayabilirsiniz. Evet sinirliyim. Çünkü ciddi manada salak insana hiç tahammülüm kalmadı benim arkadaşlar. Sen kalk ömrünün üçte ikisini okumaya yazmaya ver, kalksın hayatı boyunca Cin Ali’den başka kitap okumamış adam benim yazdıklarımla benim bir açığımı yakaladığını sansın bir de utanmadan ekran görüntüsü alsın. Bir de bunu gitsin sağda solda anlatsın. Çok net söylüyorum haddinizi aşmayın, haddinizi sikerim sizin.

Neyse…

Gelelim şimdi asıl meseleye.

Evet arkadaşlar ben 8 Aralık 2003’ten beri yazmaya çalışan bir yazın işçisiyim. Yani kendimi öyle görüyorum en nihayetinde. Yazayım, okuyayım, okuyayım yazayım kimse benim hayatıma karışmasın istiyorum. Sigaram, çayım, yazı makinem, kitaplarım olsun başka bir şey istemiyorum. Onun için de 20 senedir yazıyorum boyuna. 7 adet basılmış kitabım var. Bilenleriniz biliyor zaten. Bilmeyenleriniz de öğrensin bir zahmet. Başçavuşun eşeği osurmuyor burada.

2003 senesi benim hayatımın 180 derecelik bir açıyla (ya da acıyla mı demeliyim) değiştiği sene oldu.

Baştan söyleyeyim: “bunları ne sikime yazıyorsun” diyenleriniz olacaktır, ben kendime yazıyorum bunları. İster okuyun, ister okumayın gerçekten sikimde değil arkadaşlar. Ben hayatımın Z raporunu çıkarmaya çalışıyorum. Bir nevi bu yazma işini zaman makinesi olarak kullanarak geçmişe gidip, buna gelip, geleceğime bir yol ya da işte yön çizmeye çalışıyorum belki. Ne bileyim, belki de ona benzer bir şeylerdir yapmaya çalıştığım. Bu konuda da en ufak bir bilgiye vâkıf değilim. Keşke olsaydım. Bildiğim bir şey var sadece, ben şimdiye kadar yani 20 senedir dur durak bilmeden yazarak bugünlere geldim. Kah okudunuz kah okumadınız ama bir şekilde ben yazarak bir var olma mücadelesi içerisindeydim. Anlayanlarınız oldu, anlamayanlarınız oldu. Anlayanlara selam olsun.

Şimdi gelelim 2003 senesine.

Sene 2003.

2003 senesinde Lise’nin yaz stajı için o zamanın “Sağlık Grup Başkanlığı”nda 40 iş günü sürecek olan çalışma hayatıma başlamıştım. Sabah gidiyor, akşam çıkıyordum. Sağlık meslek lisesinde bu yaz stajı zamazingosu zorunluydu o zamanlar, şimdi yine var mı bilmiyorum. Varsa da bizim zamanımızdaki gibi midir bilmiyorum. Zira bizim zamanımızda bildiğiniz iş disiplinindeydi staj olayı. Staj defterimiz vardı ve oraya doktor not verirdi. Ona göre yaz stajından geçer ya da kalırdık. Torpil vesaire işlemez, stajın naylon staj olması söz konusu bile değildi. Deli dehşet bir disiplin söz konusuydu.

O zamanlar şimdiki gibi “Aile Hekimliği” yoktu. Sağlık Ocakları vardı. Benim staj yaptığım 1 Nolu Sağlık Ocağıydı. Ve o sağlık ocaklarında “ilaç yazdırma” diye bir olay vardı. Hatırlayanlarınız vardır mutlaka. Ve bu ilaç yazdırma olayının iyiden iyiye boku çıkmıştı. İlaç yazdırmaya gelenler yüzünden normal hastaları muayene edemez duruma gelmişti doktorlar. Bunun önüne geçebilmek adına günde 25 adet ilaç yazdırma kuralı getirildi. 25 tane numara plakası bastırıldı. Bu plakalar da bize verildi. Gelen hastaları biz kayıt ediyorduk doktora çıkmadan önce. Normal muayene mi? İlaç yazdırmaya mı geldiğini ilk biz sorguluyorduk. İlaç yazdırmaya gelenlerin eline sıra plakalarını veriyorduk ve o plakayla doktorun yanına giriyorlardı. 25’ten sonrasını ertesi güne yönlendiriyorduk.

Bir gün adamın biri geldi. Şimdi görsem tanımam, ama o zaman çok sinirlenmiştim. 25 tane ilaç yazdırma sıra plakası bitmişti, bu gelen zatı muhterem sıra istemişti. Olmadığını söylemiştim. Bizim sahil kasabası olan Erikli’den geldiğini söylemişti. Yapabileceğim bir şey olmadığını kendisine bildirmiştim. Ona rağmen ısrarcı olmuştu amına kodumun herifi. Doktora yönlendirdim. Dedim doktorla görüş, eğer kabul ederse bir kağıdı imzalasın bana o kağıdı getir, dedim. Gitmiş bir kağıda kendisi “olur” gibisinden bir şey yazmış, bir de saçma sapan bir imza atmıştı. Kağıdı bana getirdi. Ben bir günde doktorların imzasını 40 bin defa görüyordum. Doktorun yazısı ve imzası olmadığını anlayınca kan beynime sıçradı. Kalktım adamın üstüne yürüdüm, “öldürürüm lan seni” gibilerinden şeyler söyleyerek sesimi de yükselterek epey sinirli bir şekilde bağırmaya başlamıştım. Bu öfke, sinir nöbetleri bende çocukluğumdan beri vardır. Haksızlık karşısında kan direkt beynime sıçrıyor, gözüm hiçbir şeyi görmüyor. Ben bağırmaya başlayınca herkes işi gücü bıraktı beni sakinleştirmeye çalışmaya başladılar ama ne mümkün benim ok yaydan çıkmıştı bir kere. Bir bankonun arkasında duruyorduk biz hasta kayıt işlerini yapmak için, oradan fırladığım gibi adamın yakasına yapıştım, üstüne yürümeye başladım. Adamı elimden aldılar, apar topar dışarıya çıkardılar. Ben, “sikerim yapacağın işi” diye bağırıyordum hala. Doktorlar, hemşireler bütün sağlık çalışanları işlerini güçlerini bırakıp beni sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Çok sinirlenmiştim. Sinirlendiğim zaman ben bile korkuyordum kendimden. Sağlık Grup Başkanı Mustafa Esim hocam girince araya ben sakinleştim bir anda. Zira kendisinden herkesler çok korkardı. Ben korkudan ziyade saygı ve sevgi beslerdim kendisine dair. Poliklinik doktorlarından olan Mustafa Pehlivanoğlu da çıkmıştı odasından, sakinleştikten sonra bana dönüp, “sen yarın polikliniğe gel, benim yanımda dur, gözümün önünde ol” demişti.

Ertesi gün oldu, Mustafa Pehlivanoğlu doktorumun polikliniğinde yerimi almıştım. Poliklinik kayıt defterini tutmakla görevlendirilmiştim. Mustafa hoca sabah geldiğinde selamlaştıktan sonra bana dönüp, “senin rengin niye böyle sarı” demişti. Ben de, grip olduğumu ilaç kullandığımı kendisine söyleyince. “Bu sarılık olmasın sakın” dediydi. Ertesi gün Devlet Hastanesi’nde bütün kan değerlerime baktırmam gerektiğini salık vermişti bana. En nihayetinde ertesi gün direkt Devlet Hastanesi’ne gidip “kan tahlili” verdim. Sonuçlar bir gün sonra çıkacaktı. Ben “sarılık” ihtimalini iyiden iyiye değerlendirmeye başlamıştım. Ve başladım “sarılığı” araştırmaya.

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ