Yalnızlık bazen susarak yapılan en derin sohbet, insanın kendini en çok duyduğu sessizliktir.
Arkadaşlar, dostlar ve dahi Romalılar merhaba…
Bugün size yalnızlıktan bahsedeceğim. Ama o bildiğiniz, “kimse yok etrafımda” türünden bir yalnızlıktan değil;
susarak konuştuğumuz, içimizde yankılanan, bazen bir bardak çayın buharında şekil alan, bazen bir göz göze gelmemede gizlenen yalnızlıktan söz ediyorum.
Yani hani biri gider de, siz kalırsınız ya…
İşte tam o anda başlıyor gerçek sohbet.
Çünkü yalnızlık da bir sohbettir bazen — sadece karşındaki susar, sen konuşursun.
Bazen bir masada oturursun, karşında kimse yoktur ama iki bardak çay koyarsın yine de.
Biri senin, biri artık olmayanın.
Bir sigara yakarsın, dumanı yukarı süzülürken içinden geçenleri anlatırsın kendine.
Belki bir başkasına değil ama kendine karşı dürüstsündür o an.
Çünkü yalnız kalmak, kendinle konuşmanın en gerçek hâlidir.
Yalnızlık, çoğu insanın korktuğu bir kelime ama aslında bir nimettir.
Çünkü kalabalıkta kendini duyamazsın; herkesin sesi birbirine karışır, senin sesin kaybolur.
Ama sessizlikte, birden o unutulmuş ses geri gelir.
Kendinle baş başa kalmak, yıllardır evine uğramamış bir dostun kapını çalması gibidir.
Önce tedirgin olursun, “ne konuşacağız şimdi?” diye…
Sonra fark edersin ki, zaten hep onunla konuşmak istemişsin.
Bugün bir kafeye git, etrafına bak.
Herkes birbiriyle konuşuyor ama kimse kimseyi duymuyor.
Eller telefonlarda, gözler ekranlarda, kulaklar müzikte.
O kadar kalabalık ki ortam ama o kadar sessiz ki içlerinde.
Ben bazen o masalardan birinde oturuyorum; çayımı yudumlarken onların yalnızlıklarını seyrediyorum.
Birinin sevgilisi yanında ama aklı başka birinde,
bir diğeri kahkahalar atıyor ama gözleri boşlukta.
İşte o anda diyorum ki: “Yalnızlık, aslında bir hâl değil, bir farkındalık.”
Gerçek yalnızlık, insanlardan uzak olmak değil;
kendini herkesin arasında bile kaybetmemek.
O yüzden kalabalıklar bana hep daha yalnız hissettirdi.
Bir kalabalığın içinde susmak, bir mezarlık kadar sessizdir bazen.
Ama kendi evinde, kendi çayını kendi ellerinle doldurup bir köşeye çekilmek…
İşte orada, insanın içindeki huzur başlar.
Yalnızlık bana şunu öğretti:
Kimse kimsenin içini tam anlamıyla dolduramıyor.
Ne kadar seversen sev, ne kadar sevilirsen sevil…
Bir boşluk hep kalıyor.
O boşluk senin kendi sesin için ayrılmış bir alan aslında.
O alanı doldurmak için başkalarını aradıkça, o alan büyüyor.
Ama bir gün oturup “tamam” diyorsun, “bu sessizlik benim.”
İşte o an yalnızlık, sohbetin en derin hâline dönüşüyor.
Ben bu satırları yazarken yine bir bardak çay önümde.
Cam buğulanmış, dışarıda rüzgâr var.
Bir dost aramıyorum artık, çünkü o dostun içimde yaşadığını biliyorum.
Yalnızlıkla barışınca, dünyayla da barışıyor insan.
Artık birinin seni anlamasına gerek kalmıyor, çünkü sen kendini duyuyorsun.
Hatırlıyorum da, birine “gel bi çay içelim” dediğim günlerin hepsinde aslında konuşmak değil, anlaşılmak istemişim.
Ama kimse gerçekten dinlemiyordu.
Çay içmek, bir bahaneydi; asıl mesele içimdeki ağırlığı paylaşmaktı.
Şimdi o günleri düşününce gülüyorum.
Belki de en güzel sohbetleri, hiç kimseyle yapmadım ben.
Çayla, rüzgârla, sigara dumanıyla, bazen de masadaki boş bardakla…
Biliyor musunuz, bazen o boş bardak bana baktı, ben ona baktım.
O bana hiçbir şey söylemedi ama ben her şeyi anladım.
Çünkü bazen söz, sessizliğin üzerine düşen gölgedir sadece.
Yalnızlık, bu gölgenin içinde kendi rengini bulur.
Kendine kulak vermek kolay değildir.
İnsanın kendi sesini duyması, bazen en büyük korkusudur.
Çünkü orada bastırılmış her cümle, unutulmuş her acı, yarım kalmış her “keşke” yankılanır.
Ama ben o yankıyı dinlemeyi öğrendim.
Artık kaçmıyorum.
O iç ses konuşmaya başladığında hemen susturmuyorum.
Çünkü biliyorum ki, o benim gerçek halim.
Yalnızlık, bana kendimle dürüst olmayı öğretti.
Kendime “iyi misin?” diye sormayı, “değilim” diyebilmeyi öğretti.
Ve inan bana, “değilim” diyebilmek kadar özgürleştirici bir şey yok.
Bir dönem, yalnız kalmamak için herkesi sevdim.
Birilerini yanımda tutmak için kendimden verdim.
Ama sonunda anladım ki, kimse kimseyi tamamlamıyor.
Yalnız kalmaktan korkmamak, insanı büyütüyor.
Çünkü yalnız kalmayı öğrenen, kimseye mecbur kalmaz artık.
O yüzden şimdi birine sarıldığımda, korkudan değil sevgiden sarılıyorum.
Gitmesin diye değil, dursun isterse diye…
Ve gittiğinde de biliyorum:
O sadece kapıdan çıkan bir insan değil, bende sessizce yer eden bir hatıra.
Ama ben varım.
Ben ve yalnızlığım.
Biz iyi anlaşıyoruz.
Yalnızlıkla konuşmak iki yönlü bir hâl.
Bir yanın hâlâ anlatmak istiyor, diğer yanın “sus, yeter” diyor.
Ama işte orada başlıyor asıl büyü.
O içsel çatışmanın ortasında, kendi sesini duyuyorsun.
Belki ağlıyorsun, belki gülüyorsun.
Ama fark etmiyor, çünkü o an yaşıyorsun.
Yalnızlık seni öldürmüyor; tam tersine, diri tutuyor.
Seni her gün biraz daha içe, biraz daha derine götürüyor.
Ve bir gün fark ediyorsun:
Yalnız kalmak, insanın kendine en çok benzediği hâl.
Bir bardak çay gibi düşün yalnızlığı.
Önce sıcak, sonra ılık, en sonunda soğur.
Ama her yudumunda bir tat bırakır.
Bazen acıdır, bazen tatlı.
Ama sonunda seni kendine getirir.
Çünkü çay gibi, yalnızlık da demlenmek ister.
Zamana bırakılınca güzelleşir.
Zorlamadıkça, kendi tadını bulur.
Şimdi biri bana sorsa “yalnızlık acı mı?” diye…
Gülerim.
Derim ki:
“Acı ama iyi geliyor, tıpkı şekersiz çay gibi.”
Bazen artık hiçbir şey dememek gerekir.
Yalnızlık konuşur, sen dinlersin.
Söz, anlamını sessizlikte bulur.
O yüzden artık birine “gel bi çay içelim” demiyorum.
Çünkü biliyorum:
Bazı çaylar yalnız içilmeli,
bazı sohbetler kimseye anlatılmamalı.
Bazı sessizlikler vardır, bir ömrün özeti gibidir.
Benim için yalnızlık, işte o sessizliğin içinde yankılanan bir dost sesi.
Konuşmuyor ama dinliyor.
Yargılamıyor ama anlıyor.
Ve bu dünyada anlayan biri varsa, o da sensin — senin içindeki sen.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Diğer içeriklere de göz atın.
Bu blog bağımsız bir platformdur ve desteklerinizle ayakta duruyor.
Bildirimleri açmayı unutmayın.
Yorumlar