Yunus Emre’nin “Sevelim Sevilelim” çağrısında anlatılan o yalın ama derin bilgelik, benim için hâlâ insan olmanın, sevmeyi hatırlamanın ve sade yaşamanın en güzel özeti.
Arkadaşlar, dostlar ve dahi Romalılar merhaba…
Bugün öyle biriyle dertleşeceğiz ki, aslında hepimizin diline, kalbine, hatta günlük konuşma şeklimize kadar sızmış bir dervişten söz edeceğim: Yunus Emre.
Sadece eski bir şairden değil, bu toprakların diliyle, kalbiyle, tefekkürüyle yoğrulmuş bir halk bilgesinden bahsedeceğiz. Ama ansiklopedik bir yazı değil bu; akademik dipnotların soğukluğundan çok, bir akşam çayı sohbeti gibi düşün. Ben anlatacağım, sen de okurken için için “Vay be, bu adamı biz ne kadar az tanıyormuşuz.” diyeceksin muhtemelen.
Kaynaklar diyor ki: Yunus Emre 1240 civarında Sarıköy’de doğdu, yaklaşık 1320’de de 82 yaşında vefat etti. Ama işin doğrusu şu: Yunus’un hayatı, kalemle yazılandan çok, dilden dile dolaşan menkıbelerle şekillenen bir hayat.
Doğum yeri konusunda bile tam bir fikir birliği yok:
Kimine göre Sarıköy,
Kimine göre Karaman,
Kimine göre Sakarya havzasında, Sivrihisar civarındaki köylerden biri…
Ama ne olursa olsun, şurada hemfikiriz: Yunus, Orta Anadolu’nun, o bozkırların, o rüzgârlı, yoksul ama bereketli köylerinin çocuğu.
Kendisine “ümmi” yani okuma yazma bilmez denir ya hani… İşte orada biraz durmak gerekiyor. Çünkü şiirlerine, göndermelerine baktığında şunu görüyorsun:
Arapça biliyor,
Farsça biliyor,
Mevlânâ’yı okuyacak kadar Mesnevî’ye hâkim,
Kur’an’dan, hadisten, efsanelerden, İran mitolojisinden, evliya menkıbelerinden haberdar.
Yani bu adam öyle “hiç okumamış, köyde kendi kendine türkü söyleyen bir amca” değil. Medrese eğitimi almış olması, en azından iyi bir dergâh terbiyesinden geçmesi çok ama çok muhtemel.
Ama güzellik şu: Bunca ilmi, bunca birikimi; gelip senin benim anladığı sade Türkçe ile anlatmayı seçiyor. İşte asıl devrim burada.
Yunus’un yaşadığı dönemde:
Resmî yazışma dili Farsça,
İlmî eser dili Arapça,
Türkçe ise “halkın konuştuğu dil”, yani ikinci sınıf…
Böyle bir zeminde, Yunus çıkıp:
“Ben bu aşkı, bu derdi, bu tasavvufu
Türkçe konuşacağım.”
diyor.
Ve bunu da öyle bir yapıyor ki, bugün hâlâ gündelik konuşmamızda dolaşan birçok ifade, aslında Yunus Emre’nin dizelerinden içimize sinmiş hâlde:
“Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”
“Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım.”
“Bölüşürsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz.” (Farklı varyantlarla onun nefesinden süzülen anlayış.)
Yunus’un yaptığı, sadece şiir yazmak değil; Türkçe’yi edebî dil haline getirmek.
Bugün “Eski Anadolu Türkçesi” dediğimiz o ilk saf edebî Türkçe, büyük oranda Yunus’un kelime seçimleri, kalıp ifadeleri, mecazları, kavramları üzerinden kuruluyor.
Yani şöyle düşün:
Bu topraklarda Türkçe ile düşünen, Türkçe ile ağlayan, Türkçe ile dua eden, Türkçe ile isyan eden bir bilinç varsa, onun kökünde Yunus’un nasibi var.
Yunus denince Tapduk Emre’yi anmamak mümkün değil. Çünkü Yunus’un iç dünyasının şekillenmesi, Tapduk dergâhındaki yıllarla doğrudan ilişkili.
Bektaşi ve tasavvuf geleneğinde çok anlatılan o meşhur menkıbe var ya…
Kıtlık yılları…
Yoksul köylü Yunus, sırtına alıç yükleyip Hacı Bektaş Veli’ye gidiyor.
Dert belli: “Açlık, yoksulluk… Bana buğday verin.”
Hacı Bektaş ona üç kez haber yolluyor:
“Buğday mı ister, erenler nefesi mi?”
Yunus, üçünde de buğdayı seçiyor. Çünkü insan açken önce karın düşünür, ruhu değil. Dergâhtan ayrılıyor; yolda, yaptığı hatayı fark edip geri dönüyor ama bu kez başka bir cevap alıyor:
“Senin kilidini biz Tapduk Emre’ye verdik.”
Yunus da dönüyor, Tapduk Emre’nin dergâhına oduncu olarak giriyor.
Ve menkıbe bu ya:
“Kırk yıl boyunca o tekkeye bir tane bile eğri odun getirmiyor.”
Soruyorlar:
— “Yahu bu kadar mı düzgün çıkar bu odunlar, hiç mi eğrisi olmaz?”
Yunus cevap veriyor:
— “Bu kapıya eğri odun yakışmaz.”
Bu söz, aslında sadece bir odun meselesi değil.
Bu, “Bu yola eğrilik sokmam.” demek.
Bu, tasavvufun ahlâkını, insanın iç muhasebesini özetleyen bir cümle.
Bugün hala bir işimizi düzgün yapmak istediğimizde, içimizden Yunus’un bu tavrına benzer bir titizlik geçiyorsa, bilin ki o menkıbeler boşuna anlatılmıyor.
Yunus, Mevlânâ ile aynı dönemde yaşıyor. Hesapladığında, Mevlânâ vefat ettiğinde Yunus yaklaşık 30’lu yaşlarında.
Rivayetler şöyle diyor:
Yunus, Mevlânâ’nın meclislerine katılıyor, onu dinliyor, eserlerinden haberdar. Bazı anlatılarda Mevlânâ’nın Yunus hakkında şöyle söylediği aktarılıyor:
“İlahi menzillerin hangisine çıktımsa, bu Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim.”
Bu rivayet, tarihsel olarak tartışılabilir ama verdiği mesaj çok net:
Yunus, “köylü, sade, ümmî derviş” diye küçümsenecek biri değil; Mevlânâ ile yan yana anılacak bir gönül büyüğü.
Bir de aralarında geçtiği anlatılan şu nükteli diyalog var:
Yunus soruyor:
— “Mesnevî’yi sen mi yazdın?”
Mevlânâ:
— “Evet.”
Yunus:
— “Uzun yazmışsın. Ben olsam ‘Et ü kemik büründüm / Yunus diye göründüm’ der, geçerdim.”
Bu elbette menkıbe ama mesaj çok ince:
Mevlânâ daha çok akademik, derin, katman katman bir anlatı kurarken, Yunus aynı hakikati iki dizede, en sade haliyle söylüyor.
Yunus’un şiirlerine baktığında üç temel eksen görüyorsun:
Aşk (tabii ki ilahî aşk):
“Aşkın aldı benden beni / Bana seni gerek seni”
Burada tarif edilen şey, dünyevi romantik bir aşk değil.
Benliğini eritecek kadar derin, varlığını sorgulayacak kadar ağır bir aşk bu.
Ölüm ve fanilik:
“Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi?”
Dünya malına, iktidara, şöhrete abanıp duran herkese, bir dörtlükle tokat gibi cevap veriyor:
“Sen de gidiyorsun, ben de gidiyorum, dünya kimseye kalmıyor.”
Benlik, nefis ve teslimiyet:
Yunus’un şiirlerinde “nefs”le didişme çok belirgin.
O, kendi içindeki kibirle, bilgisiyle böbürlenen tarafıyla, dünyaya tutunan tarafıyla konuşuyor; kavga ediyor, sonra teslim oluyor.
Ve bunu yaparken ağdalı bir dil kullanmıyor.
Ne felsefi jargona boğuyor, ne de metinleri “sadece seçkinlerin anlayacağı” bir seviyede bırakıyor.
Tam tersine:
Halkın diliyle, en yüksek manevi hakikati konuşuyor.
Yunus’un şiirleri daha çok hece ölçüsüyle yazılmış olsa da, aruz vezniyle yazdığı şiirler de var.
Toplam 417 şiirin yaklaşık 138’i aruzla, kalanı heceyle.
Aruzun Türkçe ile uyumsuzluğundan doğan bazı vezin “hataları” var ama bu hatalar, samimiyeti bozmadığı gibi bazen şiire ayrı bir ritim katıyor.
Yani o, teknik kusursuzluktan çok, gönül kusursuzluğuna oynuyor.
Bugün “şiir” deyince sadece şekil konuşanlara inat, Yunus şunu hatırlatıyor:
“Şiir, önce kalpten çıkacak, sonra kulağa varacak.”
Yunus’tan sonra, Anadolu’da onun izinden giden pek çok isim var:
Âşık Paşa
Eşrefoğlu Rûmî
Aziz Mahmud Hüdâyî
İbrahim Gülşenî
Said Emre
Hepsi, bir şekilde Yunus’un kurduğu millî ve tasavvufi şiir dilini devam ettiriyor.
Bir bakıma Yunus, şunu ispatlıyor:
“Tasavvuf, sadece Farsça ile konuşulmaz; bu toprakların kendi diliyle, kendi deyimleriyle, kendi atasözleriyle de konuşur.”
Bugün hâlâ herhangi bir sohbet meclisinde Yunus’tan iki mısra okunsa, hemen herkesin içine oturmasının sebebi bu.
Şiirler sadece tarihî metin değil; bugüne konuşmaya devam eden canlı sözler.
UNESCO, 1991’i “Uluslararası Yunus Emre Yılı” ilan etti.
Güzel, kıymetli, önemli.
Ama mesele şu:
Kâğıt üstünde ilan edilen yıllar geçiyor, pankartlar iniyor, afişler sararıp çöpe gidiyor.
Asıl mesele, bizim kendi içimizde ne zaman “Yunus yılı” ilan edeceğimiz.
Yani:
Kalbimizdeki kibri,
Dilimizdeki hoyratlığı,
Sosyal medyadaki saldırganlığı,
Günlük hayattaki sevgisizliği…
bir kenara bırakıp şunu diyebildiğimiz gün:
“Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim; dünya kimseye kalmaz.”
İşte o gün, Yunus bizim hayatımıza gerçekten girmiş olacak.
Bu çağ, hız çağı.
Bildirimler, akışlar, algoritmalar, sürekli içimize “yetiş, yet, sahip ol, daha çok ol” diye bağırıyor.
Tam da böyle bir zamanda Yunus’un sesi, bir köy çeşmesinin başında duyulan su sesi kadar sakin ve berrak:
“Daha çok şeye sahip ol” demiyor;
“Daha çok sev, daha çok paylaş, daha az hırs taşı” diyor.
“Kendini kanıtla, ispatla, göster” demiyor;
“Nefsini tanı, haddini bil, tevazu ile yürü” diyor.
“Dünyayı kontrol et” demiyor;
“Dünya misafirhane, sen de misafirsin” diyor.
Bugünün yalnızlığında, kalabalıklar içinde sıkışıp kalmış hâlimize bakınca, belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey tam olarak bu:
Basit, sade ama derin bir söz.
Yunus’un iki büyük eseri var:
Dîvân
Risâletü’n-Nushiyye
Dîvân, onun bütün o nefes eden şiirlerini, ilahilerini, nutuklarını bir araya getiriyor.
Dil tarihi açısından da, tasavvuf düşüncesi açısından da Türkiye Türkçesinin temel metinlerinden sayılıyor.
Risâletü’n-Nushiyye ise bir mesnevi; yani didaktik, öğüt veren bir tasavvuf metni.
1307’de yazıldığını bizzat kendisi söylüyor.
Düşün: 67 yaşının olgunluğunda, hayata, ölüme, nefse, ahlâka, tevbeye, sabra dair ne varsa, bir “nasihat kitabı”nda topluyor.
Ama yine orada da bildiğimiz Yunus var:
Kürsüden parmak sallayan bir hoca değil, dizinin dibine oturduğun bir derviş gibi anlatıyor.
Bugün Türkiye’nin dört bir yanında Yunus Emre’ye atfedilen türbeler, makamlar, mezarlar var:
Eskişehir-Sarıköy,
Karaman,
Bursa,
Ünye,
Kula-Salihli arası,
Erzurum,
Isparta, Afyon, Sivas…
Bu kadar çok “Yunus mezarı” olması, aslında şunu gösteriyor:
Bu halk, Yunus’u kendine yakın hissettiği her yere yerleştirmiş.
Belki tarihçiler için bu bir problem: “Gerçek mezar nerede?”
Ama halk için cevap çok net:
“Yunus’un asıl yeri, gönüllerdedir.”
Belki de bu yüzden, her şehir “Bizim Yunus burada yatıyor.” demek istiyor. Çünkü herkes, onun sözünde kendinden bir parça buluyor.
Bunca tarihî bilgi, menkıbe, tartışma, kaynak ismi bir yana…
Yunus Emre’yi asıl yaşayan kılan şey, şu birkaç dizedeki sarsılmaz doğruluk:
“Sevgi ile yürüyenler hiçbir zaman yorulmaz.”
“Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”
Bugünün kavgalı dili, siyah-beyaz kutuplaşmaları, sosyal medya linç kültürü, tüketim hırsı, gösteriş merakı…
Hepsinin ortasında bir Türkmen dervişinin yüzyıllar öncesinden gelen sesi var:
“Gel tanış olalım.”
“Sevmeden, sevilmeden bu iş olmuyor.”
“Kendini fazla ciddiye alma; dünya senden ibaret değil.”
Belki de bizim yapmamız gereken şey çok basit:
Arada kalın kalın modern kişisel gelişim kitaplarını bırakıp, birkaç Yunus ilahisini, birkaç dörtlüğünü başucumuza koymak.
Zor zamanda açıp bir iki mısra okumak.
Ve kendimize şunu sormak:
“Ben bu dünyaya ne olmaya geldim:
Daha çok sahip olmaya mı,
Yoksa daha çok insan olmaya mı?”
Yunus’un cevabı belli.
Gerisi biraz da bizim cesaretimize kalmış.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere. Diğer içeriklere de göz atın. Bu blog bağımsız bir platformdur ve desteklerinizle ayakta duruyor. Yeni yazılardan haberdar olmak için bildirimleri açmayı, abone olmayı ve imkânınız varsa bu yolculuğa omuz vermeyi unutmayın.
Yorumlar