Kasvetli bir Keşan sabahında, 30 Kasım 2025’in gri gökyüzü altında bir bardak çay eşliğinde insanın kendi içine yaptığı sessiz yolculuğu anlatıyorum.
Arkadaşlar, dostlar ve dahi Romalılar merhaba…
Keşan sabahı… Hava 8 buçuk derece. Gökyüzü gri, öyle böyle değil; iç sıkıştıran, insanın ruhuna dolan, yorgun bir gri bu. Meteorolojiye göre “çok bulutlu”. Bana göre ise: insanın içini yoklayan bir sabah. Hava ıslak, nefes aldığında ciğerine kadar nem doluyor. Nem oranı yüzde seksen üç. Yani hava sadece soğuk değil, biraz da içine işliyor. Rüzgar ise 4 kilometre hızla esiyor ama ne ısıtıyor, ne serinletiyor… Sadece var. Sessiz bir varlık gibi. Bu kasım sabahı, Keşan’ın üstünde görünmeyen bir ağırlık var.
Camın kenarına oturmuş, dışarıya bakıyorum. Karşı apartmanın penceresi kapalı, dantelli perdelerin ardında belli belirsiz bir ışık yanıyor. Sokakta kimse yok. Ne bir ses, ne bir hareket. Sadece rüzgarın kendi hâlinde sürüklediği bir poşet var yolun ortasında. Keşan’ın pazar sabahı sessizdir. Bu sessizliği sevenler için huzur, sevenmeyenler için azaptır. Ben hâlâ hangisine ait olduğumu bilmiyorum.
Çayımı koydum. Sıcacık bardak, soğuk havada ellerimi ısıtıyor. Buhar yükseliyor, cama değiyor, buğuya dönüşüyor. Parmağımla camın buğusuna bir çay bardağı çiziyorum. Altına da yazıyorum:
“Keşan, 30 Kasım 2025, Pazar. Hava çok bulutlu.”
İnsanın kendine tarih düşmesi bile bazen bir teselli oluyor. Çünkü bazı sabahlar, bir yerlerde hâlâ var olduğunu kendine hatırlatmak gerekiyor.
Bu sabah, kasvetin tam ortasında oturuyorum. Dışarıda gri, içeride sessiz. Bir fark yok aralarında. Sanki evle gökyüzü aynı renge bürünmüş. Kasvet dediğimiz şey, sadece havanın değil, insanın da havasıdır. İçinde ne varsa, dışarısı ona benzer. Belki de bu yüzden bu sabah Keşan’ın üstü gri; çünkü içimizdeki renkler de çoktan soldu.
Pazar sabahları, başka günlerden farklıdır burada. Kimse acele etmez. Kahvehaneler geç açılır, fırınlardan gelen ekmek kokusu bile daha tembel yayılır sokağa. İnsanlar, birbirine selam verirken bile ağır konuşur. Sanki herkes “bugün konuşmasak da olur” der gibidir. Ve ben, bu tembelliği severim. Çünkü insan, sessizlikte kendini daha iyi duyar. Gürültüde insan başkasını, sessizlikte kendini dinler.
Bugün yazmayı düşünmemiştim. Ama elim yine kaleme gitti. Bu da alışkanlık değil, ihtiyaç. Bazı sabahlar, yazmak yaşamla kurduğun tek bağ haline gelir. Yazmazsan, içindeki ses seni kemirir. Yazarsan, o ses biraz susar. Yazmak, benim için bir tür nefes alma biçimi. Hava çok bulutlu olsa da, kelimeler biraz açıyor içimi.
Kasveti kötü bir şey sanır çoğu insan. Oysa ben, kasvetin içinde dinginliği bulurum. Çünkü kasvet, kalabalığın sustuğu, dünyanın yavaşladığı andır. Her şey griye dönünce, insanın kalbi daha net görünür. Kırık yerler, sızıyan duygular, saklanan özlemler… Hepsi o griliğin içinde belirir. Renklerin gürültüsü kaybolunca, hakikat kalır geriye.
Keşan’ın pazar sabahları biraz dertlidir. Sanki şehir de çalışmaktan yorulmuş gibi. Dün akşamın izleri kaldırımda hâlâ durur; bir sigara izmariti, rüzgarla sürüklenen gazete sayfası, dükkânların kepenklerindeki toz. Şehir uyuyordur ama unutmaz. Ben de unutmuyorum. Bu şehirde, bir sokak lambasının altında edilen her dua, bir kahve fincanının dibinde söylenmeyen her cümle, hâlâ havada asılı durur.
Bazen düşünüyorum: Belki de kasvet, hatırlamanın bir biçimidir. Güneşli havalarda hiçbir şeyi hatırlamazsın; ama böyle bir sabah olduğunda, bir anda her şey gelir aklına. Bir yüz, bir ses, bir söz. Belki de bu yüzden bulutlu havalarda insan daha çok düşünür. Çünkü kalp, güneşle değil, gölgeyle çalışır.
Şu anda dışarıda bir kedi geçti. Sokak kedileri Keşan’ın gerçek sahipleridir. Her köşe başında biri vardır. Kış yaklaşırken, onlar da kasveti bilir. Bir apartman girişine sığınır, bir motorun üstünde uyur. Onları izlerken, içimde bir sıcaklık olur. Çünkü hayatta kalmak, bu kadar sade olabiliyorsa, bizim bu kadar karmaşık olmamızın hiçbir anlamı yok.
Bir çay daha koyuyorum. Dem ağır, koku tanıdık. Çayın buharında çocukluğumu görüyorum. Sobanın üstünde kaynayan demlik, dışarıda yağan ince bir yağmur, annemin “üşütme oğlum” diyen sesi. O kadar uzak ki o günler… ama hâlâ burnumda. Belki de bu yüzden çay içmek benim için sadece alışkanlık değil, bir tür ritüel. Her yudumda bir geçmiş parçası.
Bu sabah, içimdeki kasveti kovmak istemiyorum. Onu misafir ediyorum. Çünkü bazı duygular, kovulmaz; oturtulur, dinlenir, bir bardak çay verilir. Kasvetin de bir hikâyesi vardır. Dinlersen, sana bir şey öğretir. Bana öğrettiği şey şu: insanın içi, hava durumu gibidir. Ne kadar saklarsan sakla, bir yerden taşar.
Rüzgarın sesi değişti. Pencerenin kenarındaki perde hafifçe dalgalanıyor. O kadar hafif ki, sanki biri içeri girip “buradayım” diyor. Dışarıdaki rüzgarla içerideki nefes birbirine karışıyor. Bu şehirde bazen rüzgar bile konuşur. Sessizliğiyle konuşur. “Bir şeyler değişecek” der gibi. Ama ne değişir, kim bilir?
Keşan küçük bir yer. Ama duygular burada büyük yaşanır. Çünkü kaçacak çok yer yok. Ne deniz uzaklığı kurtarır, ne dağların sessizliği. İnsan burada, kendi içine hapsolur. Belki de bu yüzden bu kadar çok düşünür, bu kadar çok iç çekeriz. Çünkü Keşan, insanı kendine döndürür. Kaçsan bile, bir gün yine kendi kapının önünde bulursun kendini.
Bugün pazar. İnsanların “dinlenme” dediği gün. Ama ben hiçbir zaman tam dinlenemedim. Çünkü insan, düşünmeyi bırakmadan dinlenemez. Benim zihnim, çaydan buhar gibi; durdukça tüter, yazmadıkça kabarır. Bazen diyorum ki, belki de ben yaşamak için değil, yazmak için doğmuşum. Çünkü yazmadığım bir günü tamamlanmış saymıyorum.
Hava raporuna göre basınç 1006.6 hPa. Ama benim içimdeki basınç ondan fazla. Çünkü insanın içindeki ağırlığı hiçbir meteoroloji ölçemez. İçsel hava durumu, dışarıdakinden daha serttir. Dışarıda bulutlar geçer, içindekiler kalır. Yine de bu sabah, bu ağırlığın bana ait olduğunu bilmek huzur veriyor. Çünkü kasvet de bir sahiplenmedir.
Şimdi dışarıdan bir çocuk sesi geldi. Uzaktan. Belki bisiklet sürüyor, belki sadece bağırmak istiyor. O ses, bu sabahın griliğini biraz deldi. Her şeyin içinde küçük bir umut vardır. Tıpkı gri bulutların arasında gizlenen bir güneş gibi. Görünmez ama oradadır. Ve ben, bu sabah o sesi duydum ya; tamam, yaşamak hâlâ mümkün demektir.
Birazdan gün batacak. Gün doğumu 08.18’di, batışı 17.46 olacak. Bu kadar kısa bir gün, bu kadar uzun bir gece. Ama ben karanlıktan korkmuyorum. Çünkü gece, insanın kendini duyması için en uygun zamandır. Gündüz herkes konuşur, gece sadece kalp.
Bir an için düşündüm: yarın ne olacak?
Hiçbir şey.
Ama belki de güzelliği burada. Çünkü bazı günlerin hiçbir şey olmaması gerekir. Bazı günler, sadece var olmak yeterlidir. Havanın gri olduğu, rüzgarın yavaş estiği, insanların sustuğu bir günde, kendi içini dinlemek bile başlı başına bir eylemdir.
Keşan, akşam olurken daha da içine kapanır. Dükkanlar kapanır, sokak lambaları yanar, bir köpek ulur, bir fırından son ekmek çıkar. O kadar tanıdık bir sahne ki bu… Sanki yüz yıldır aynı pazar akşamını yaşıyoruz. Ama ben bundan şikayetçi değilim. Çünkü bu tekrarların içinde bir huzur var. Her şeyin yerli yerinde olduğu, kimsenin acele etmediği bir düzen.
Yine de insanın içinde bir şey kıpırdıyor. Belki değişim isteği, belki sadece bir merak. Her kasvetli sabahın sonunda insan, “belki yarın güneş doğar” diye düşünür. O umut olmasa, yaşamak çekilmezdi. Ama ben bugün güneşin doğmasını değil, bu griliğin içinde kendimi bulmayı seçiyorum.
Kasvet, dostlar, aslında bir lütuf. Çünkü insanı yüzeye değil, derine çağırır. Yüzeyde ne varsa gürültüdür; derinde ise gerçek. Ve gerçek, her zaman sessizlikle gelir. Keşan sabahlarının en güzel tarafı da bu işte: sessizliği öğretir insana.
Bir sigara yakıyorum. Duman, çayın buharına karışıyor. İkisi de göğe doğru yükseliyor. Belki de dualar böyle görünmez olur. Sessiz, duman gibi. Biraz keder, biraz umut, biraz da alışkanlık. Hayat dediğin de bundan ibaret değil mi zaten?
Saat ilerliyor. Gün, yavaş yavaş akşamı çağırıyor. Ama ben hâlâ pazar sabahında kalmış gibiyim. Çünkü bazı sabahlar bitmez. İçinde dolaşır, aynı cümleleri tekrar edersin. Kasvetin içinde bir şey bulursun: kendini.
Bugün hiçbir şey yapmadım ama çok şey yaşadım. Bir bardak çay, bir gri gökyüzü, bir sessizlik, birkaç cümle. Yetiyor bana. Çünkü sade yaşamak, bazen en derin yaşamak demektir.
Ve evet, Keşan’da bugün hava çok bulutlu. Ama ben biliyorum, yarın yine çayımı demleyeceğim. Yine camın buğusuna bir tarih düşeceğim. Belki o gün hava açacak, belki yine gri olacak. Fark etmez. Çünkü ben, hava durumuna değil, kelimelere bağlıyım.
Bu pazar sabahı bana bir kez daha öğretti:
İnsan, yazmadığı gün değil; hissetmediği gün yaşlanır.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere. Diğer içeriklere de göz atın. Bu blog bağımsız bir platformdur ve desteklerinizle ayakta duruyor.
Bildirimleri açmayı unutmayın.
Yorumlar