Jean-Paul Sartre, varoluşçuluğu ve eylemci kimliğiyle insanın özgürlüğe mahkûm olduğunu savunarak 20. yüzyılın vicdanı hâline gelen filozof, yazar ve düşünürdür.
Arkadaşlar, dostlar ve dahi Romalılar merhaba…
Bugün sizlere 20. yüzyılın en güçlü zihinlerinden biri olan Jean-Paul Sartre’dan bahsedeceğim. Felsefenin edebiyatla dans ettiği o nadir dönemlerden birinin baş mimarıydı o. Varoluşçuluğun kalbinde, insanın yalnızlığıyla özgürlüğü arasındaki ince çizgide yürüyen bir denge ustası. Kimi zaman bir filozof kadar soğukkanlı, kimi zaman bir yazar kadar deliydi. Ama her durumda, “insan özgürlüğe mahkûmdur” cümlesini bütün bir ömrün özeti olarak yaşamıştı.
1905 Paris doğumlu Jean-Paul Charles Aymard Sartre, babasını küçük yaşta kaybettiğinde kaderi çoktan çizilmiş gibiydi: kendi kendini var etmeye mecbur bir adam olacaktı. Çocukluğu kitaplarla, sorularla ve erken gelen bir zeka kıvılcımıyla geçti. Eğitimini École Normale Supérieure’de tamamladı; ardından öğretmenlik yaparken hayatının en önemli dönüm noktasına geldi: Simone de Beauvoir.
Birlikte hem düşünce tarihinin hem de aşkın en özel sayfalarından birini yazdılar. İkisi de birbirini tanımlamadan yaşadı ama birbirinin ekseninde döndü. Onların ilişkisi, klasik aşk kalıplarını alt üst eden bir zihinsel ortaklıktı: “Sen benim zorunluluğumsun ama özgürlüğümden ödün vermeden,” der gibiydiler.
Sartre’ın dünyası yalnızca felsefe salonlarından ibaret değildi. II. Dünya Savaşı patladığında Fransız ordusunda meteorolog olarak görev yaptı, Almanlara esir düştü, aylarca esir kampında kaldı. Serbest kaldığında kalemiyle direnişe geçti. “Sinekler” oyununu işte bu dönemde yazdı.
Aynı zamanda başyapıtı Varlık ve Hiçlik’i kaleme aldı. Bu eser, yalnızca bir felsefe kitabı değil, aynı zamanda Sartre’ın bütün varoluş serüveninin manifestosuydu.
1945’te öğretmenliği bırakıp Les Temps Modernes dergisini kurdu. Dergi kısa sürede savaş sonrası Fransa’nın en etkili entelektüel platformuna dönüştü. Sartre artık yalnız bir düşünür değil, çağının vicdanıydı.
Sartre’ın en çarpıcı felsefi tezi buydu.
Yani insan, doğuştan bir özle, kaderle, anlamla gelmez dünyaya.
O, kendi seçimleriyle kim olacağını belirler.
“İnsan, ne yaptıysa odur,” der Sartre.
“Kahraman da olabilirsin, hain de… Ama her iki durumda da senin kararındır.”
Bu bakış, insanı hem özgür kılar hem de sorumlulukla ezer. Çünkü hiçbir bahane kalmaz. Ne Tanrı, ne kader, ne toplum. Sadece sen ve senin seçimlerin.
İşte bu yüzden Sartre, özgürlüğü bir lütuf değil, bir yük olarak tanımlar:
“İnsan özgürlüğe mahkûmdur.”
Sartre’ın edebiyata kazandırdığı en çarpıcı romanlardan biri Bulantı’dır.
Romanın kahramanı Antoine Roquentin, bir gün bir ağacın köklerine bakarken varlığın anlamsızlığıyla yüzleşir.
Dünya bir anda anlamını yitirir, nesneler üzerine çöker, nefes almak bile zorlaşır.
O an fark eder ki, hiçbir şeyin ardında gizli bir anlam yoktur.
Her şey “öylece vardır.”
İşte bu farkındalık, insana önce bulantı, sonra özgürlük getirir.
Çünkü ancak anlamsızlığın ortasında, kendi anlamını kurabilen insan gerçekten vardır.
Sartre yalnızca bir filozof değil, bir eylemciydi.
Fransız Komünist Partisi’ni destekledi, Cezayir Savaşı’na karşı çıktı, Vietnam katliamlarını yargılamak için Russell Mahkemesi’nin başkanlığını yaptı.
Ama o hiçbir zaman kör bir partizan olmadı.
Kendini hep “bağımsız solcu” olarak tanımladı.
Marx’ın analizine saygı duydu ama “insanı merkeze koymayan hiçbir ideoloji insanlık değildir” diyerek Marksizmi varoluşçulukla harmanladı.
“Marksizm hâlâ çağımızın aşılmaz ufkudur,” diyordu.
“Ama insan unutulursa, o da kendi mezarını kazmaya başlar.”
Bu düşünceler, Diyalektik Aklın Eleştirisi adlı eserinde doruğa ulaşır. Sartre’a göre, felsefe insansız yapıldığında yalnızca sistem olur; insanla birleştiğinde ise yaşayan bir düşünceye dönüşür.
1964 yılında Sartre’a Nobel Edebiyat Ödülü verildi.
Ama o, tarihe geçecek bir kararla bu ödülü reddetti.
Gerekçesi netti:
“Resmiyet, düşünce özgürlüğümü kirletir. Benim yerim ödül kürsüsünde değil, sokakta.”
Bu tavır, Sartre’ı sadece bir filozof değil, bir ahlaki örnek haline getirdi.
Edebiyat dünyası şaşkına dönerken o, Paris sokaklarında bildiri dağıtıyor, üniversite öğrencileriyle yürüyordu.
Bir entelektüelin masa başında değil, halkın yanında olması gerektiğine inanıyordu.
Sartre’ın hayatındaki en büyük figürlerden biri kuşkusuz Simone de Beauvoir’dı.
Aralarındaki ilişki, klasik romantizmin tüm kalıplarını kırdı.
Birbirlerini “sahiplenmeden sevmeyi” başardılar.
Hem aşk hem dostluk hem de felsefi bir ortaklık.
De Beauvoir, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” derken; Sartre, “İnsan önce var olur, sonra kendini yaratır” diyordu.
İkisi de aynı cümlenin farklı yüzleriydi.
Bugün Paris’teki Montparnasse Mezarlığı’nda, aynı mezarda yan yana yatıyorlar.
Ölüm bile ayıramadı onları; çünkü zaten yaşam boyunca ayrı bedenlerde tek bir düşünceydiler.
Sartre için entelektüel, kendi çağının tanığı ve vicdanıydı.
Ona göre bir aydın, “tarafsız” olamazdı.
Tarafsızlık, zalimin tarafını seçmekti.
Bu yüzden Fransa’da Cezayir Savaşı’na karşı çıkarken ölüm tehditleri aldı, kitapları yakıldı.
Ama o geri adım atmadı:
“Her insan, herkes karşısında her şeyden sorumludur.”
Bu sözü yalnızca yazmadı; yaşadı.
Eylemleriyle, duruşuyla, kalemiyle…
Bugün pek çok aydın hâlâ Sartre’ın gölgesinde konuşur, çünkü o düşünceyi yalnızca anlatmadı, bedenleştirdi.
Sartre, insanı evrenin merkezine koyan bir hümanistti.
Ama bu, naif bir hümanizm değildi.
İnsanı kutsayan değil, sorumlulukla yükleyen bir anlayıştı.
“Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir” adlı eserinde şöyle der:
“İnsan yalnızdır ama özgürdür.
Tanrı yoktur, bu yüzden sorumluluk bizdedir.
Biz, insanlığın tamamı adına seçeriz.”
Bu sözler, Sartre’ın felsefesini özetler:
İnsanın yalnızlığı, aynı zamanda onun evrensel sorumluluğudur.
Her tercihimiz, yalnız kendi kaderimizi değil, insanlığın kaderini de şekillendirir.
Sartre için roman, felsefenin ete kemiğe bürünmüş hâliydi.
“Bulantı”, “Duvar”, “Gizli Oturum”, “Kirli Eller”, “Sözcükler”, “Özgürlüğün Yolları” üçlemesi…
Hepsi insanın kendiyle savaşı, özgürlükle korkusu, anlamla hiçlik arasındaki gelgitleri anlatır.
Romanlarıyla felsefesi iç içedir; çünkü Sartre düşünceleri sadece yazmaz, hikâyeleştirir.
“Cehennem başkalarıdır,” der Gizli Oturum’da.
Ama aslında demek istediği şudur:
“Başkaları bizim aynadaki suretimizdir; onlardan kaçamayız.”
1974’te Sartre neredeyse tamamen kör oldu.
Ama düşünmeyi, yazmayı, tartışmayı bırakmadı.
Ömrünün son yıllarında bile sokak gösterilerinde, öğrenci hareketlerinin yanında yer aldı.
Körlüğü bile onun “görme” biçimini değiştirmedi.
Artık dünyayı gözleriyle değil, bilinciyle görüyordu.
1980’de öldüğünde Paris’in sokakları insanlarla doldu.
Cenazesine 50 binden fazla kişi katıldı.
Bu, bir filozofun değil, bir vicdanın uğurlanışıydı.
Jean-Paul Sartre bize şunu hatırlattı:
İnsan, kaderin oyuncağı değil; kendi hayatının yazarıdır.
Ve o kalem, kimsenin elinde değil.
Ne Tanrı’nın, ne devletin, ne toplumun.
Bugün hâlâ Sartre okuduğumuzda, içimizde bir ses uyanır:
“Ne yaparsan yap, seçiyorsun.
Ve o seçim seni var ediyor.”
İşte bu yüzden Sartre’ı okumak, yalnızca felsefe öğrenmek değil; insan olmayı yeniden hatırlamaktır.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Diğer içeriklere de göz atın. Bu blog bağımsız bir platformdur ve desteklerinizle ayakta duruyor.
Bildirimleri açmayı unutmayın.
Yorumlar