Bugün, 7 Aralık — Abidin Dino’nun ölüm yıl dönümü. Nazım Hikmet’in “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye seslendiği o büyük ressamın çizgileriyle başlayan, Nesimi Çimen’in türküsüyle ve Mazlum Çimen’in adımıyla süren bu hikâye; bir milletin sanatla, direnişle ve insanlık onuruyla yazılmış en derin portresidir.
Arkadaşlar, dostlar ve dahi Romalılar merhaba…
Bugün size bir resimden, bir türkünün içindeki ateşten ve sahnenin ortasında tek bir güçlü adımın dünyayı nasıl değiştirebileceğinden söz edeceğim. Adları belli: Abidin Dino, Nesimi Çimen ve Mazlum Çimen. Üçü de farklı kulvarlardan yürüdüler; biri çizgiyle, biri sözle, biri bedenle anlattı derdini. Ama aynı hakikate işaret ettiler: İnsan, kendi ülkesinin vicdanına karşı sorumludur. Ve sanat, tam da bu sorumluluğun en berrak dilidir.
Bu yazıda, yalnızca biyografi özetleri görmeyeceksiniz. Birbirine değen hayat çizgilerinin, Türkiye’nin modernleşme sancılarıyla nasıl örüldüğünü; sürgünün, yoksunluğun, inadın ve kardeşliğin nasıl ete kemiğe büründüğünü konuşacağız. Bir köşede Nazım Hikmet’in dizeleri çınlayacak; unutmayalım, Nazım’ın mezarı Moskova’dadır — ve bu bilgi, sürgünün bizdeki anlamını, hâlâ bitmeyen bir yarayı hatırlatır.
1913 İstanbul doğumlu Abidin Dino, çocukluğunu Cenevre ve Paris’te geçirir. Ailesi kültürlü, evin havası sanat kokar. 1925’te yurda döner, Robert Kolej’e başlar ama okul sıraları dardır; içindeki fırtınayı, ders zillerine sığdırmak mümkün değildir. Babasını ve annesini kaybettikten sonra okulu bırakır. İyi ki de öyle yapar: Çünkü onun sınıfı, hayatın ta kendisi; defteri, boş bir tuval; kalemi, fırçadır.
1930’ların başı: Genç Abidin’in çizgileri Yarın gazetesinde, yazıları Artist dergisinde belirir. Derken Nazım Hikmet ile yolları kesişir; Nazım’ın “Sesini Kaybeden Şehir” ve “Bir Ölü Evi” kitaplarının kapaklarını Abidin çizer. İki sanatçı, iki vicdan… Kelime ve çizgi, aynı ateşi taşır.
1933: D Grubu. Genç ressamlar, Türk resmini çağdaşlaştırmak, bir yandan Batı’daki akımları tartışırken bir yandan da yerel gerçekliği yakalamak için omuz omuza verirler. Dino için bu yalnızca estetik bir mesele değildir; sanatın vicdanla buluşması gerekir. Onun tablolarındaki eller, yalnızca bir form arayışı değil; emeğin, dayanışmanın ve direnişin unutulmaz nişanıdır.
Aynı yıl, Sovyet yönetmeni Sergey Yutkeviç Türkiye’dedir; “Türkiye’nin Kalbi Ankara”yı çekerken Abidin’in işlerini görür. Onun içindeki ışığı fark eder. Abidin, Eisenstein ve Yutkeviç’in yanına gider; 1934–1937 arasında sinemanın her alanını öğrenir. Bu eğitim, Dino’nun fırçasına sinemasal bir derinlik, ritim ve kurgu duygusu kazandırır. Her tablo, bir kare; her kare, bir hikâyeye dönüşür.
Savaşın karanlığı bastırınca ülkesine döner; 1939’dan sonra Yeniler Grubu ve Liman Sergisi ile bu kez limanın, ambarın, rıhtımın, balıkçının dünyasına eğilir. “Sanat müzede değil, hayatın içinde olmalı” demek için. Cesur bir cümledir bu; bedeli ağır olur. 1941’de sürgün: Önce Çorum Mecitözü, sonra Adana… Ama üretim durmaz. Adana’da pamuk işçilerini resmeder, gazete çıkarır, oyun yazar; yasaklanır, yine başlar. Onun çizgisi, yasaktan daha inatçıdır.
Sürgünde Güzin Dikel’le tanışır, evlenir; ömür boyu birbirinin omzuna yaslanan iki yoldaş… 1952’de yurt dışı yasağı kalkınca Paris’e yerleşir ve dünyaya Türkiye’den bir resim dili taşır. Fransa Plastik Sanatlar Birliği Onursal Başkanlığı, New York Dünya Sanat Sergisi Danışmanlığı, Sanat ve Edebiyat Altın Şövalye Nişanı… Ama onun asıl payesi, sergi kataloglarından değil, insan yüzlerinden okunur: “Acıyı çizmek” cesareti.
Bir soruyu hep duyar kulağımız: “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” Bunu soran, Nazım Hikmet’tir; sürgünün ortasında, bir dostun kalbine bırakılmış zor, güzel, yakıcı bir sorudur bu. Dino’nun cevabı, yıllar sonra yazdığı dizelerde belirir: “Yapardım mutluluğun resmini…” Ama “buna ne tual yeterdi, ne boya.” Çünkü mutluluğun resmi, tek bir figürden ziyade bir toplumsal ufuktur; özgürlük, adalet, eşitlik ve insan onuru bir araya gelmeden o resim tamamlanmaz.
Şimdi Paris’teyiz. Kapı çalıyor, içeri kasketli, pala bıyıklı, Anadolu’nun kokusunu getiren bir adam giriyor: Nesimi Çimen. Çökmüş bir köşeye, çıkarıyor curasını; bir iki tıngırdatıyor, sonra yanık bir ses yükseliyor Paris sokaklarına:
“Aç kulaklarını dinle sözümü, yalan söz gerçeğe tuzak değil…”
O sırada oradan geçenlerden biri, durup dinliyor: Abidin Dino. Ozanın kalacak yeri yok; Abidin koluna giriyor, “gel” diyor, Güzin Dino sofrayı kuruyor. Yemeğin üstüne çaylar, sohbet… Sonra Nesimi diyor ki:
“Yarın beni çarşıya götürür müsünüz?”
“Ne lazımsa alalım,” diyorlar.
“Bale ayakkabısı alacağım,” diyor Nesimi.
Şaşkınlık! Kasketli, Anadolu’nun yanık sesi, “bale” diyor. Sonra açıklıyor: “Oğlum balet, ona götüreceğim.”
Dino’nun o meşhur sözü patlar:
“Vay be, biz kendimizi aydın, ilerici sanırız. Kalaycının oğlu oğlunu balet yapmış. Esas devrim bu!”
Bir ülkede gerçek ilerleme, gazete manşetlerinden değil, bir babanın bir oğula açtığı yoldan okunur. Nesimi’nin cebinde para yoktur; ama yüreğinde dünyaya açılan bir kapı vardır. O kapıdan Mazlum Çimen yürür.
Bu Paris anısının başka bir parıltısı daha var. Nesimi, “yağmurlu bir günde curamı ceketimin içinden çıkardım, çaldım; adam sanki küçüldü küçüldü, curanın içine girdi” diye anlatır yıllarca. Yıllar sonra Mazlum, eski bir bavulda bir fotoğraf bulur: Babası cura çalıyor, karşısında yüzü hayranlıkla donmuş bir adam… “Bu muydu?” der. Evet.
O adam Peter Gabriel’dir. Dünyanın başka ucundan bir müzisyen, Anadolu’nun bir ozanının iç sesine kulak verir; müzik işte böyle bir köprü kurar: Sınırsız, pasaportsuz, gümrüksüz.
Tunceli Hozat kökenli Nesimi Çimen, gurbette yoğrulmuş bir hayatın içinden gelir. Kayseri’de ırgatken aşiret ağasının kızı Dilber’e âşık olur; birlikte Adana’ya kaçarlar. Almanya’ya işçi yazılır; nefes darlığı yüzünden kabul edilmez. Kalaycılık yapar, sonra yolu Yaşar Kemal’le kesişir. Onun desteğiyle İstanbul’a gelir; mozaik fabrikasında çalışır. Fabrika greve gidince işten atılır. “Ekmeği senden çıkaracağız,” diye curasına bakar. Ve ozan olur. Hem de öyle bir ozan ki, sesi üç tellerin titrek titreşiminden çıkıp bir memleketin sinir uçlarına dokunur.
Bir düşünün: Ev tek göz oda; ama gelen gidene bakın. Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Behice Boran, Tülay German, Yılmaz Güney, Kuzgun Acar, Atıf Yılmaz ve Can Yücel… Bu isimler yalnızca bir ziyaretçi listesi değil; Anadolu’nun sözlü geleneği ile kentin modern bilincinin bir sofrada yan yana oturabilmesinin işaretidir.
Nesimi’nin kaderi, ne yazık ki memleketin kara yazgısıyla da yüz yüzedir. Gözaltılar, işkenceler, yokluklar… Ama yılmayan bir yürek. Sosyal güvencesi yok; geçimini çoğu zaman yurtdışı telifleri ile, bazen de geceleri sahnede çalıp söyleyerek sağlar. O, “gariban” değildir; onurludur. Bir türküde hem hüzün, hem isyan, hem de inat vardır; Nesimi bu üçlüyü kendi sesiyle yoğurur:
“Kamili taşlamak cahilin işi…”
Ve bir gün, o kara gün: Sivas. Ateş, yalnızca binayı değil, hafızayı da yakmak ister. “Biz o adamı yaktık!” cümlesi, işte bu utancın tokadıdır. Bir ülke, kendi ozanına kıydığında, aslında kendi diline kıyar. Ama türkü, külden de doğar; çünkü halk hafızası, küllerin içinden yeniden konuşmayı bilir.
Bir babanın oğluna bırakabileceği en güzel miras, bazen büyük bir mal değil, küçük bir cümledir:
“Nerede mutluysan, orada yaşa.”
Mazlum Çimen, adının yükünü de, ışığını da omuzlayarak büyür. Çocukluğunda babasıyla köy köy dolaşır; derleme çalışmalarında bağlama çalar; geceleri pavyonlarda harçlığını çıkarır; Orhan Gencebay’ın arkasında saz olur. Sonra İstanbul Devlet Konservatuarı sınavına girer; birincilikle kazanır. Yazıldığı bölüm, kemandır, fakat evde ders çalışmak neredeyse imkânsızdır; yemek sofraları spontane bir derlemeye, türkü sofrasına döner. O da “ev ödevi olmayan” bir alanı seçer ve baleye geçer.
Bilmeyen için söyleyeyim: Konservatuarda bale, yalnızca adım öğrenmek değildir; disiplin, zaman, beden ve zihin terbiyesidir. 14 yaşında taytını giyen Mazlum, sahnenin ortasına adım atar. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde 20 yıl dans eder; Yedi Kocalı Hürmüz’den Hisseli Harikalar Kumpanyası’na uzanan bir repertuarda sahne alır. Sadece sahnede değil, kuliste de üretir: film müzikleri, dizi müzikleri, besteler… Altın Portakal ve Altın Koza dâhil pek çok ödül gelir. Sonra Çimen Müzik’i kurar; bir okul gibi, bir ocak gibi gençlere kapı olur.
Ve aile, üçüncü kuşakta da müzikle konuşur: Saki Çimen. Piyanosuyla yeni bir dil, yeni bir tını getirir. “Rastgele” albümünde 11 bestenin altına imza atar; kimi parçalara Cahit Berkay, Kürşat Başar, Nebil Özgentürk, Erdem Akakçe ve Cem Yılmaz (bateri) eşlik eder. Aile ağacının gövdesi köklerinden, dalları göğün derinliğinden beslenir.
Bütün bu hikâyenin ortasında, Can Yücel’i unutmayalım. O büyük şair, bir gün küçük Mazlum’a bakıp “Konservatuara göndersene birader” dediğinde, yalnızca bir öneri yapmıyordu; bir ülkenin kültür güzergâhını işaret ediyordu. Dahası var: Kemana parası yetmeyen çocuğun enstrümanı, okul tarafından hediye edilir; pek çok masrafı Can Yücel üstlenir. Bu, “şahane bir dayanışma” masalı değildir; olması gerekendir. Çünkü gerçek kültür politikası bazen tek bir insanın vicdanıyla başlar.
Bu üç isim —Abidin, Nesimi, Mazlum— farklı çağların, farklı şehirlerin insanları. Ama çizgileri aynı noktaya varıyor. Dinleyin:
Abidin Dino bize “mutluluğun resmini” soran cesareti hatırlatır. Mutluluk, sadece ak örtüde elmalar, akvaryumda kırmızı balık değildir; bazen sürgünde ısrar, bazen direnişte zarafettir.
Nesimi Çimen bize “halkın sesi”nin ne demek olduğunu anlatır. Yoksul bir evin tek göz odasında, üç telin üstünde koca bir ülke konuşur. O ülke, susturulmak istendiğinde bile söylemeye devam eder.
Mazlum Çimen bize “aydınlanma”nın soyut bir kelime değil, bale salonunda ter, kayıt stüdyosunda sabır olduğunu gösterir. Gelenekten kopmadan, modern sahnede dik durmak mümkündür.
Bir ülkenin aydınlanma haritası, bazen dev projelerle değil, bir ozanın Paris’ten aldığı bale ayakkabısını çocuğuna götürmesiyle çizilir. Esas devrim, tam olarak budur.
“Bize ne kaldı?” diye sorabilirsiniz. Kaldı:
Kalan, inadın zarafeti. Kalan, “Nerede mutluysan orada yaşa” cümlesinin omuzlarımıza bıraktığı sorumluluk. Kalan, Nazım’ın Moskova’daki mezarının bile bir memlekete hâlâ “özgürlük” diye fısıldaması. Kalan, her şeye rağmen üretmek.
Bir tabloya bakarken eller görürseniz, bilin ki Abidin selam vermiştir. Bir türküde içiniz sızlarsa, Nesimi’nin nefesi dolaşıyordur odada. Bir sahnede adımın müzikle birleştiği o anı izlerken, Mazlum’un terini duyar gibi olursunuz. Sanat, sandığımızdan daha somuttur; çünkü bizi hayata döndürür.
D Grubu ve Yeniler Grubu, yalnızca “batılılaşma” tartışması değildir; yerli gerçeklikle modern formun buluşma çabasıdır.
Abidin’in Eller serisi, salt biçimsel bir tekrar değil; emeğin ve dayanışmanın görsel manifestosudur.
Paris anısı (bale ayakkabısı) “kültür”ün toplumsal sınıfların tekelinde olmadığını; yoksul bir evin de baleye çıkarabilecek kadar özgür bir hayale hakkı olduğunu hatırlatır.
Peter Gabriel detayını önemsiyorum: Dünya ölçeğinde bir müzisyen, Anadolu’nun curasını dinlerken “küçülüp içine giriyorsa”, bu toprakların sesinin evrensel gücüne inanmaktan utanmayalım.
Sivas yangını, yalnızca Alevilere değil; ülkenin ortak kültür muhtasarına açılmış bir cephedir. O ateşi unutmayan bir halk, yeniden kurar kendini.
Bu üç hayat, aslında tek bir cümlede birleşiyor:
“İnsanın kendine, emeğine ve memleketine karşı sorumluluğu vardır.”
Bunu kimi tuvale yazar, kimi sazına, kimi sahnedeki adımına. Ama hepsi aynı yere varır: Onur.
Arkadaşlar, dostlar ve dahi Romalılar…
Bugün Abidin Dino’yu andığımız gün. Ama yalnızca bir anma değil bu; bir hatırlama ve yeniden karar verme günü. Resimlere bakın, türküyü dinleyin, sahnede adımı izleyin. Kendinize sorun: Mutluluğun resmini yapabilir miyiz? Belki henüz değil… Ama o resmin renklerini toplamak bizim elimizde.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere. Diğer içeriklere de göz atın. Bu blog bağımsız bir platformdur ve desteklerinizle ayakta duruyor. Bildirimleri açmayı unutmayın.
Yorumlar