7 Aralık, tarih boyunca hem yıkımların hem de uyanışların günü oldu: Kadınların özgürlüğünden Pearl Harbor’a, Abidin Dino’dan Azra Akın’a kadar insanlığın panoraması.
Bugün 7 Aralık. Yılın 341. günü. Geriye kaldı sadece 24 gün. Yani “yeni yıl kararları” listesini hazırlamak için son düzlüğe girdik. Ama biliyorum, hiçbiriniz geçen senekileri de uygulamadınız. Olsun, biz yine yazalım; çünkü umut, insanın kendine söylediği en güzel yalanlardan biridir.
Ama gelin bugün biraz tarih konuşalım. Çünkü tarih, aslında bir milletin hafızası değil, unuttuklarının hikâyesidir. Ve bu hikâyede bugün, Moskova’dan Pearl Harbor’a, Azra Akın’dan Cavit Orhan Tütengil’e kadar uzanan koca bir zincir var. Her halkasında insanlık biraz yanmış, biraz parlamış, biraz da kendini tekrar etmiş.
1905 yılı. Rusya’nın kalbi Moskova, barut ve öfke kokuyor. İşçiler, öğrenciler, kadınlar… herkes sokakta. Çarlık ordusu ise, halkın üzerine kurşun sıkmakta usta. Sonra ne mi oluyor? Birkaç yıl sonra o halk tekrar ayağa kalkıyor ve bu kez tarih kitaplarına “Ekim Devrimi” diye geçiyor.
Ama işin aslı şu: 1905, devrimin fragmanıydı. 1917, filmin kendisi.
Tıpkı bizim Cumhuriyet öncesi yıllarımız gibi. Bizde de 1908 bir provaydı, 1923 başlı başına bir devrimdi.
Bugün aynı zamanda Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın kurulduğu gün. Yani Türkiye’nin ilk sosyalist partilerinden biri. “İştirakiyyun” demek, “sosyalist” demekti o zamanlar.
Ama elbette fazla yaşamadı. Çünkü bu topraklarda “paylaşmak” kelimesi, yıllardır tehlikeli bir fiil. Paylaşmayı öğretenler sürgün edilir, sorgulayanlar fişlenir, paylaşanlar cezalandırılır. O yüzden bu ülke hâlâ “benim arabam – senin araban” kıskacında sıkışıp kalır.
Yine de unutmamak lazım: Bu topraklarda sosyal adalet fikri, sandığınızdan çok daha eski. Sadece sesini duymak isteyen kalmadı.
Bugün ayrıca Muhsin Ertuğrul’un “Bir Millet Uyanıyor” filmi gösterime giriyor.
Cumhuriyet’in henüz 9. yılı… O yıllarda sinema, bir eğlence değil; bir “ulus inşa etme aracı”. Film, Kurtuluş Savaşı’nı anlatıyor; ama satır aralarında yeni bir ulusun kendine güvenini de inşa ediyor.
Bugün hâlâ o filmdeki ruha ihtiyacımız var. Çünkü bir milletin yeniden uyanması, yalnızca düşmanla değil, uyuşuklukla savaşmayı da gerektirir.
Ve geldik gururla anmamız gereken bir güne:
7 Aralık 1934. Kadınlar, İstanbul’da büyük bir mitingle milletvekili seçme ve seçilme hakkını kutluyor.
Düşünün, 1934’te bizde kadınlar sandığa gidebiliyor.
Fransa’da? 1944.
İsviçre’de? 1971.
Ve hâlâ 2025’te, birileri çıkıp “kadınlar park edemiyor” diye geyik yapıyor.
Bu ülkenin sorunu, kadınların park edememesi değil, bazı erkeklerin hâlâ insan olmayı becerememesi.
7 Aralık 1941. Sabah 07:48. Japon uçakları Pearl Harbor’u bombalıyor.
Bir anda dünya değişiyor. Amerika savaşa giriyor, milyonlarca insanın kaderi değişiyor.
Ama asıl ilginç olan şu: Japonlar saldırıyı kazandı, savaşı kaybetti.
Amerika saldırıda kaybetti, savaşı kazandı.
Bu da bize şunu hatırlatıyor: Hayatta her “zafer”, sonu belirlemez. Bazen en büyük yenilgiler, en güçlü başlangıçları doğurur.
Bugün hâlâ o bombaların gölgesi altındayız. Çünkü 1945’te atılan atom bombası, sadece Japonya’ya değil, insanlığın vicdanına da düştü.
Apollo 17, Ay’a giden son insanlı görevdi.
O günden sonra kimse bir daha Ay’a gitmedi.
Yani insanlık, yıldızlara ulaşmayı başardı ama kendi içine inmeyi hâlâ beceremedi.
Ay’a ayak bastık, ama hâlâ komşunun başarısını kıskanıyoruz.
Bilim ilerledi, ama bilgelik yerinde saydı.
Belki de asıl uzay yolculuğu, insanın kendi egosundan kurtulmasıyla başlayacak.
Şimdi biraz tebessüm edelim.
7 Aralık 2002, Azra Akın’ın Dünya Güzeli seçildiği gün.
Yani bir Türk kadını, tüm dünyaya zarafetiyle “merhaba” dedi.
Ama o gün televizyon başında “ne işimiz var güzellik yarışmalarında?” diyenlerle “vay be, Türkiye birinci oldu!” diyenler arasında sessiz bir sınıf mücadelesi yaşandı.
Biz o tartışmayı hâlâ bitiremedik. Çünkü bu ülkede güzellik bile ideolojik.
Bugün aynı zamanda Cavit Orhan Tütengil’in ölüm yıldönümü.
Bir akademisyen, bir düşünür, bir aydın.
Sokakta vuruldu.
Faili meçhul değil aslında — sadece “faili unutulmuş.”
Tütengil bir zamanlar şöyle demişti:
“Bir ülkede aydınlar susarsa, karanlık konuşur.”
Ve biz o karanlığı hâlâ yaşıyoruz.
Bugün hâlâ gazeteciler, yazarlar, düşünürler hedefteyse; demek ki aydınlatmamız gereken çok yer var.
Abidin Dino…
Ressam, yazar, devrimci bir ruh.
“Gülen Adam”ın ressamıydı o.
Yüzlerce çizgiyi, binlerce düşünceye dönüştürdü.
Paris’te öldü ama Türkiye’nin vicdanında yaşıyor hâlâ.
Dino’nun “yüz” serileri vardır bilirsiniz. Her birinde başka bir insanlık hali…
Bugün olsa belki “profil fotoğraflarını” çizerdi.
Ama eminim, “beğeni sayısı” değil, “anlam derinliği” ilgisini çekerdi.
Bugün aynı zamanda Ermenistan’da 20.000 kişinin öldüğü deprem yaşandı.
Bir ülke yerle bir oldu, dünya birkaç gün ağladı, sonra unuttu.
Biz insanlık olarak hep böyleyiz:
Deprem anında “birlikteyiz” deriz, sonra yine yalnız kalırız.
Tıpkı 1999’da, 2023’te, her defasında aynı kaderi yaşarız.
Doğa hep aynı dersi verir, biz hep aynı nottan kalırız.
Tokat’ın Reşadiye ilçesinde, 7 jandarma şehit edildi.
Yıl 2009.
O gün, kimin kazandığı değil, yine kimin kaybettiği konuşuldu: İnsanlık.
Bugün o çocuklar büyüseydi, belki bir kısmı baba olacaktı.
Ama biz, “şehitler ölmez” deyip her yıl aynı törenleri yaparak yetiniyoruz.
Oysa asıl ölmeyen şey, şiddetin kendisi.
Ve son olarak, Akbaba.
Bir zamanların en meşhur mizah dergisi.
1922’de doğdu, 1977’ye kadar yaşadı.
Yani Türkiye’nin yarım asırlık kahkaha arşividir o.
Bugün Akbaba yok ama sosyal medyada herkes “mizah sayfası”.
Yalnız bir farkla: O zaman mizah yukarıya vururdu, şimdi aşağıya.
Eskiden zalimle dalga geçilirdi, şimdi yoksulla.
Ve işte o yüzden bu topraklarda kahkaha bile sınıfsal bir mesele.
Bugün doğanlar arasında Noam Chomsky, Larry Bird, İbrahim Kutluay, Tuba Ünsal ve Tom Waits var.
Yani bir gün içinde hem akıl, hem basket, hem caz, hem de güzellik dünyaya gelmiş.
İnsanoğlu böyledir işte:
Aynı gün hem şair doğar, hem diktatör.
Hem devrimci, hem tüccar.
Tarih bir denge oyunudur; iyilerle kötüler aynı sahneyi paylaşır.
1956’da aramızdan ayrılan Reşat Nuri Güntekin, bugün hâlâ Anadolu’nun hikâyesini anlatan en samimi yazarlardan biri.
“Çalıkuşu” sadece bir roman değildir; bir karakter, bir felsefedir.
Feride, aslında Cumhuriyet’in ta kendisidir.
Kırılmış, yıpranmış ama hâlâ umutlu.
Bugün ülkenin her köşesinde hâlâ bir Feride yaşıyor.
Belki bir öğretmen, belki bir hemşire, belki bir öğrenci.
Hepsi o romanın sayfalarından çıkıp hayatın içine karışmış kahramanlar.
7 Aralık bize şunu anlatıyor:
Tarih, ne kadar uzak görünürse görünsün, her gün yeniden yaşanır.
Bugün savaşlar hâlâ devam ediyor.
Kadınlar hâlâ hak mücadelesi veriyor.
Aydınlar hâlâ susturuluyor.
Ve biz hâlâ bu döngüde “insan” kalmaya çalışıyoruz.
Ama belki de bütün mesele, tarihten ders almak değil, onu anlamaktır.
Çünkü anlamak, ezberlemekten çok daha devrimcidir.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere. Diğer içeriklere de göz atın. Bu blog bağımsız bir platformdur ve desteklerinizle ayakta duruyor. Bildirimleri açmayı unutmayın.
Yorumlar