4 Aralık, tarihte kaybolan gemilerden yıkılan imparatorluklara, direnen öğretmenlerden susmayan filozoflara uzanan insanlığın hiç değişmeyen hikâyesini anlatıyor.
Arkadaşlar, dostlar ve dahi Romalılar merhaba…
Yılın 338. gününe hoş geldiniz. Geriye yalnızca 27 gün kalmış. Takvim yaprakları eriyor, yıl bitiyor, biz hâlâ “bu sene farklı olacak” diyerek başladığımız dileklerin hesabını kapatamadık. Zaman, hepimizi birer Mary Celeste yapıyor. Gemi aynı, deniz aynı ama mürettebat ortada yok. Herkes bir yere kaybolmuş gibi.
Bugün 4 Aralık. Tarih sayfaları öyle rastgele çevrildiğinde sıradan görünebilir ama biraz kazıyınca altından ilginç hikâyeler çıkıyor.
Kimi gemiler kaybolmuş, kimi imparatorlar taç giymiş, kimi liderler dünyanın kaderini değiştirecek kararlara imza atmış.
Ve tabii ki her zamanki gibi, biz o sırada çay demlemişizdir muhtemelen.
1154 yılında bir İngiliz, Nicholas Breakspear, tarihe geçmiş: Papa olmuş. IV. Hadrianus ismiyle hem Vatikan’a hem tarih kitaplarına kazınmış. İngilizlerin futbolda değil ama papalıkta bile “biz de varız” deme çabası bu olsa gerek.
Bu olaydan sekiz yüzyıl sonra hâlâ “İngilizler dünyayı yönetiyor mu?” sorusunu tartışıyorsak, belki de cevap burada saklıdır: Yönetiyorlar ama sessizce, dua ederek…
1859 yılına geldiğimizde İstanbul’da Mekteb-i Mülkiye kurulmuş. Bugünkü adıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi. Yani ülkeyi yönetecek memurların fabrikası. O günden beri aynı soru soruluyor: “Devlet mi vatandaşa hizmet eder, vatandaş mı devlete?”
Cevap? Bugün hâlâ müfredatta yok.
1920’de ise Ankara’da öğretmenler ilk kez greve gitmiş. Maaşlarını alamadıkları için…
Düşünsenize, Cumhuriyet’in kuruluşuna daha üç yıl var ama Anadolu’da öğretmenler “emeğimizin karşılığını istiyoruz” diye sokakta.
Aradan yüz yıl geçti, hâlâ aynı kelimeler: “Geçinemiyoruz.”
Demek ki tarih sadece tekerrür etmiyor, aynı cümleleri bize ezberletiyor.
Tarihin en ilginç diplomatik pozlarından biri de bugün verilmiş: İsmet İnönü, Winston Churchill ve Franklin D. Roosevelt aynı karede.
Yer: Kahire.
Konu: Savaş sonrası dünya.
Bizimkiler orada “tarafsızlık politikası” diye bir şeyin içinde geziniyorlar ama aslında bütün dünya tarafsız kalmanın ne kadar tehlikeli olabileceğini öğreniyor.
Roosevelt, İnönü’ye dönüp “Savaşa girmeseniz de olur” derken, Churchill kaşlarını kaldırıp “ama biraz petrol lazım” diyordu muhtemelen.
Diplomasinin o gri masasında Türkiye’nin kaderi çizilirken, içeride halk hâlâ karneyle şeker bekliyordu.
Bugün de farklı mı?
Masalar değişti, kahveler kapsül oldu, ama halkın derdi aynı: “Hayat pahalı beyefendi!”
Bir de şu Mary Celeste hikâyesi var. 1872’de Atlantik Okyanusu’nda mürettebatsız halde bulunan gemi.
Gemi sapasağlam, yük yerinde, yiyecekler masada… ama kimse yok!
Ne bir kavga izi, ne bir fırtına emaresi.
Sanki “hadi beyler, sıkıldık, denizin ortasında inelim” demişler.
Kaptan Benjamin Briggs ve mürettebatı, tarihin en gizemli “toplu kayboluşlarından” birine imza atmış.
Kim bilir, belki de hepsi birlikte başka bir dünyaya geçmişti.
Belki de bugünün “uzaylılar almış” teorileri orada doğdu.
Bence Mary Celeste, insanlığın metaforu gibi:
Her şey yerinde ama kimse yok.
Evler dolu ama kahkaha yok.
Sokaklar kalabalık ama yüzlerde anlam yok.
Gemiyi değil, kendimizi kaybettik aslında.
Bugün aynı zamanda Türkiye’de ilk elektrikli trenin sefere çıktığı gün.
Sirkeci’den Halkalı’ya doğru…
O tren hâlâ çalışıyor ama vagonlardaki ruh değişti.
Eskiden insanlar “işe yetişeyim” derdi, şimdi “telefona sinyal çeksin” diye cam kenarına oturuyor.
Zaman hızlandı, biz yavaşladık.
Elektrikli trenler icat ettik ama düşüncelerimiz hâlâ kömürle çalışıyor.
Biraz müzik molası verelim. 4 Aralık 1980’de Led Zeppelin resmen dağıldı.
Rock müziğin tapınağı yıkıldı o gün.
Gitarlar sustu, sözler eksik kaldı.
Ama o gün belki de dünyada ilk kez bir grup “en güzel zamanda bırakmayı” bildi.
Bizimkiler gibi “bir albüm daha yapalım da borçları kapatalım” demediler.
Zirvede bıraktılar.
Tıpkı bazı insanların da hayatı zirvede bırakması gerektiği gibi.
Bazıları için bu “40 yaşında köye yerleşmek”tir, bazıları için “şehri terk edip bir blog açmak”.
Bana sorarsanız en büyük müzik, sessizliğin kendisidir.
Çünkü o sessizlikte, insan kendi şarkısını duyar.
4 Aralık 1975’te Hannah Arendt hayatını kaybetti.
“Totalitarizmin Kökenleri”ni yazan kadın.
Yani, gücün ve itaati kutsayan sistemlerin insan ruhunu nasıl kemirdiğini anlatan o büyük filozof.
Bugün olsa muhtemelen sosyal medyada “cancel culture” denilen yeni tür totalitarizmi analiz ederdi.
Düşünsenize, eskiden insanlar fikirleri yüzünden yakılıyordu, şimdi tweetleri yüzünden linç ediliyor.
Çağ değişti ama baskı biçimi aynı.
Yalnızca hashtag’i var artık.
Arendt demişti ki:
“İtaat, kötülüğün en sıradan biçimidir.”
Ne kadar tanıdık geliyor, değil mi?
Bir gün biri haksızlığa uğrar, diğeri susar, üçüncüsü “ben karışmayayım” der.
Ve işte orada kötülük kurumsallaşır.
Bugün de aynı şey: hepimiz sessiz birer tanığız.
1929’da yayımlanan bir kararnameyle “yerli malı kullanımı” teşvik edilmişti.
“Paramız dışarı gitmesin, kendi malımızı üretelim” denmişti.
Bu kararın ardından Yerli Malı Haftası ortaya çıktı.
Ama ne acıdır ki 2025 Türkiye’sinde hâlâ bir telefon üretmek yerine ithal markalara övünerek para saçıyoruz.
Yerli üretim sadece reklamlarda yaşıyor.
Bir de market poşetlerinde: “%100 yerli muz”.
Tarihin ironisi burada işte.
Yerli malı haftasında ithal telefonlarla story atıyoruz.
İlerleme mi bu, yoksa yabancıya gönül vermenin başka bir versiyonu mu, bilemiyorum.
Bugün, ABD Anayasası’nın 13. maddesi onaylandı ve kölelik resmen yasaklandı.
Ama gelin görün ki kölelik biçim değiştirip geri döndü.
Artık zincirler bileğe değil, kredi kartına takılıyor.
Artık efendi köleye kırbaç vurmuyor, e-posta atıyor: “Performansın düşmüş.”
İnsanlar özgürlüklerini kazandıklarını sandıkça yeni bir tutsaklık icat ediyorlar.
Kapitalizm, modern köleliğin en sofistike hali.
Ve biz hepimiz o zinciri gönüllü takıyoruz.
Sahi, Thomas Hobbes bugün yaşasa, “insan insanın kurdu” sözünü güncellerdi muhtemelen:
“İnsan, algoritmanın kölesidir.”
Yatağan Termik Santrali 4 Aralık 2000’de durdurulmuş.
Sebep: filtresiz çalıştığı için halkı zehirliyordu.
Yani devletin görevi olan “koruma”, yine halkın çığlığıyla hatırlatılmış.
Ne yazık ki Türkiye’nin çevre bilinci hep bir felaketten sonra uyanıyor.
Önce zehirleniyoruz, sonra “bir şeyler yapılmalı” deniyor.
Ama iş işten geçmiş oluyor.
Oysa doğa bizden intikam almaz, sadece dengeyi geri ister.
Biz bozarız, o düzeltir.
Bazen bir sel, bazen bir depremle.
1981’de Ronald Reagan, CIA’nin ülke içi casusluk yetkilerini genişletti.
Yani, “demokrasi” diyen ülke vatandaşını gözetlemeye başladı.
Bugün de aynı oyun farklı isimlerle sürüyor:
Big Data, güvenlik, yapay zekâ...
Hepsi “seni koruyorum” diyor ama önce seni tamamen şeffaf hale getiriyor.
Bir sabah uyanıyoruz, telefonumuz bizden iyi biliyor ne düşündüğümüzü.
Artık “büyük birader” yok, çünkü her birimiz kendi büyük biraderimiz olduk.
Kendimizi ifşa ediyor, sonra gizliliğimizin peşine düşüyoruz.
Tuhaf değil mi?
Berkeley’de 800 öğrenci yönetim binasını işgal ediyor.
Polis hepsini tutukluyor.
Neden mi?
Konuşma özgürlüğü için.
Bugün olsa “tweet attılar” diye gözaltına alınabilirlerdi.
Zaman ilerledikçe özgürlük genişleyeceğine, format değiştiriyor.
Artık zincirler görünmez, yasaklar dijital.
Konuşuyorsun, ama kimse duymuyor.
Sesin algoritmaya takılıyor.
Tarihi şöyle bir topladığımızda ortaya çıkan tablo şu:
İnsan değişmiyor.
Papa olmuş, kral olmuş, diktatör olmuş, filozof olmuş…
Ama hep aynı hataları yapmış.
Bir yanda Mary Celeste gibi kaybolan insanlık, diğer yanda Hannah Arendt gibi uyarıp duran akıllar.
Bir yanda yerli malı diye bağıranlar, öte yanda ithal lükslerin peşinde koşanlar.
Ve ortasında biz:
Tarihi okuyor, “ne kadar benziyor bugüne” diyoruz, sonra bir sonraki güne geçiyoruz.
Yani, tarih yine kazandı.
Bugün olan her şeyin özeti belki de şu cümlede saklı:
“İnsanlık, aynı gemide olduğunu unutmuş bir mürettebatın hikâyesidir.”
Kimi direğe sarılmış, kimi dümende, kimi kamarada selfie çekiyor.
Ama fırtına herkes için aynı.
Tarihi okumanın amacı “ne olmuş”u bilmek değil, “biz şimdi ne yapıyoruz”u fark etmek olmalı.
Yoksa 1154’teki Papa da, 1943’teki İnönü de, 2000’deki Yatağan işçisi de boşuna yaşamış olurdu.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Diğer içeriklere de göz atın.
Bu blog bağımsız bir platformdur ve desteklerinizle ayakta duruyor.
Bildirimleri açmayı unutmayın.
Yorumlar