Advert
Advert

3 Aralık Tarihte Bugün: Florence Nightingale’in Işığından Dünya Engelliler Günü’ne

3 Aralık, tarihin ışığını Florence Nightingale’in lambasından bugünün vicdanına taşıyan bir hatırlatma günüdür.

Yayınlanma Tarihi : Google News
3 Aralık Tarihte Bugün: Florence Nightingale’in Işığından Dünya Engelliler Günü’ne

Arkadaşlar, Dostlar Ve Dahi Romalılar Merhaba…

Bugün 3 Aralık. Yılın 337. günü. Kalan gün sayısı sadece 28. Bir takvim daha ömrümüzden eksiliyor, bir “yılbaşı umudu” daha yaklaşıyor. Hava soğuk, sokaklar erken kararıyor, kafeler kalabalık ama yüzler aynı: yorgun, aceleci, biraz da yalan.
Ama durun, bugün yalnızca soğuk bir Aralık günü değil; aynı zamanda Dünya Engelliler Günü. Yani “görmezden geldiğimiz” insanları hatırladığımız, birkaç empati cümlesi paylaştığımız, sonra unuttuğumuz günlerden biri.
İtiraf edelim, çoğu zaman engellilik kavramını yanlış yerden okuyoruz. Onların önüne koyulan merdiveni, çamurlu kaldırımı, işsizliği, yalnızlığı görmüyoruz. Engellilik bazen bacakta değil, kafadadır; bazen bir rampa eksikliğinde değil, bir vicdan eksikliğindedir.
Ve tam da bu yüzden bugün, tarihin içinden geçip bugüne bakalım. Çünkü tarih de engellidir biraz. Eksiktir, yamuktur, manipüle edilmiştir. Ama yine de konuşur bizimle.
Hazırsanız, 3 Aralık tarihinin izini sürelim.


1854 – Florence Nightingale, Üsküdar’da bir ışık yakıyor

Yıl 1854. Kırım Savaşı. Üsküdar’daki Selimiye Kışlası'nda, yaralı İngiliz askerlerinin arasında elinde lambasıyla dolaşan bir kadın var: Florence Nightingale. Bugün adına “hemşirelik” dediğimiz kutsal mesleğin temellerini atan bu kadının hikâyesi, aslında insanlığın vicdan sınavlarından biridir.

O zamanın Osmanlı topraklarında, savaşın kan ve çamur kokusunun ortasında, bir İngiliz kadının elindeki lamba, bütün dünyaya ışık olur.
Düşünsene… Kadın, erkek, din, millet fark etmeden yaralıya uzanan bir el. Bugün hâlâ dünyanın dört bir yanında, bir hemşirenin nöbetinde o lambanın ışığı yanıyor.

Ama ironik olan şu:
Bizim ülkemizde, o kışlanın önünden her gün binlerce insan geçiyor; kaç kişi orada bir kadının insanlık tarihine yön verdiğini biliyor?
Belki de “ışık” dediğimiz şey, sadece görmekle değil, fark etmekle yanar.


1920 – Gümrü Barış Antlaşması imzalandı

Ankara Hükûmeti ile Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti arasında Gümrü Barışı imzalandı. Cumhuriyet daha ilan edilmemişti, fakat Anadolu çoktan ayağa kalkmıştı.
Bu antlaşma, Türk Kurtuluş Savaşı’nın ilk uluslararası başarısıdır.
Yani Anadolu’da bir halk “biz buradayız” demiştir dünyaya.
Her ne kadar ilerleyen yıllarda bu antlaşma yerini başka diplomatik belgelere bıraksa da, o dönemde atılan imza, Anadolu insanının kaderine “özgürlük” diye bir kelime kazımıştır.

Bugün geriye dönüp baktığımızda, fark ediyoruz ki o imzayı atanlar sadece bir kağıdı değil, geleceği mühürlemişlerdir.
Ve biz, 100 yıl sonra hâlâ aynı kelimenin peşindeyiz: bağımsızlık.


1934 – Dini kisvelerle ilgili yasak kanunu kabul edildi

Cumhuriyetin modernleşme adımlarından biri daha. “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun” yürürlüğe giriyor.
Kısacası, artık kamusal alanda dinî kıyafetlerle dolaşmak yasak.
Bugünden bakınca bu karar kimine göre özgürlük, kimine göre baskı.
Ama tarih, duyguyla değil bağlamla okunur.
O dönem, medeniyetle hurafenin, bilimin hurafeyle savaştığı bir dönemdi.
Yani mesele kıyafet değil, zihniyet meselesiydi.

Bugün hâlâ aynı tartışmaların etrafında dönüp duruyoruz.
Oysa Atatürk’ün yapmak istediği şey basitti:
İnancı vicdana bırakmak, toplumu akılla donatmak.
Ama biz, aklın yerine slogana sarıldık.
İşte o yüzden ilerleme dediğimiz şey bazen bir adım ileri, iki adım geri oluyor.


1942 – Zonguldak maden faciası

Zonguldak'ta bir maden ocağında patlama meydana geliyor.
63 işçi hayatını kaybediyor.
Aradan 83 yıl geçti, hâlâ aynı kara haberleri duyuyoruz.
Değişen tek şey, isimler.
Bir ülkede maden ocağı ölümleri “kader” olarak anlatılıyorsa, orada kader değil adalet eksiktir.

Bugün Zonguldak’ta yerin yüzlerce metre altında çalışan madenciler, hâlâ aynı karanlıkla mücadele ediyor.
Ve biz yukarıda, cep telefonlarımızın ışığında “ışık” sanıyoruz her şeyi.
Oysa asıl aydınlık, o karanlığa inenlerin alnındaki terde gizli.


1967 – İlk kalp nakli gerçekleşti

Cape Town, Güney Afrika.
Christiaan Barnard adlı bir cerrah, tarihte ilk kez bir insana kalp nakli yapıyor.
Hasta Louis Washkansky, sadece 18 gün yaşayabiliyor ama insanlık, o gün tıp tarihinin kalbini değiştiriyor.

İlginçtir, aynı yıllarda Türkiye’de kalp değil ama “vicdan” nakline ihtiyaç vardı.
Darbelere, yasaklara, baskılara rağmen insanlar umutla yaşamaya çalışıyordu.
Barnard, bir kalbi değiştirerek insanlığa umut verdi.
Bizim toplumsa, hâlâ birbirinin kalbini kırmakla meşgul.


1971 – Mümtaz Soysal hapse mahkûm edildi

Prof. Dr. Mümtaz Soysal, 6 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Bir akademisyen, bir düşünür, bir aydın.
Suçu neydi?
Düşünmek. Yazmak.
Yani bugün sosyal medyada herkesin rastgele yaptığı şeyi, o dönemde yapmak suçtu.

Ve tarih boyunca bu ülkenin en parlak insanları, hapishane duvarlarına şiir kazıyarak özgürlüğü savundu.
Bugün hâlâ fikirlerinden dolayı cezalandırılan insanlar varsa, o zaman biz ilerlemedik, sadece sustuk.
Ama sessizlik, tarihte hep zalimin yanında yer almıştır.


1984 – Bhopal Felaketi

Hindistan’ın Bhopal kentinde bir kimyasal sızıntı.
Bir gecede 3.800 kişi ölüyor.
Yüzbinlerce kişi sakat kalıyor.
Ve dünya kapitalizminin kara sayfasına bir utanç damgası daha vuruluyor.

Bir şirket, kar uğruna güvenlik önlemlerini almamış.
Bir şehir zehirlenmiş.
Bir kuşak yok olmuş.

Kapitalizm, hep aynı mantıkla işler:
“Ucuza üret, pahalıya sat, sorumluluk alma.”
Bugün hâlâ çevre krizleri, işçi ölümleri, savaş ekonomileri aynı zihniyetin ürünüdür.
İnsanın açgözlülüğü, dünyayı yavaş yavaş öldürüyor.
Ve biz hâlâ “büyüme”yi gelişme sanıyoruz.


1989 – Soğuk Savaş resmen bitti

Malta’da, ABD Başkanı George H. W. Bush ve Mikhail Gorbaçov bir araya geldi.
Ve Soğuk Savaş’ın bittiğini ilan ettiler.
Yani dünya, iki kutuplu bir gerilimin ardından “barış” dönemine girdi.
En azından kâğıt üzerinde.

Ama sonra ne oldu?
Yeni savaşlar, yeni krizler, yeni düşmanlar…
Demek ki savaş, sadece tankla tüfekle değil; ekonomiyle, medya ile, manipülasyonla da yapılabiliyormuş.

Bugün hâlâ “barış” kelimesi en çok savaşanların ağzında.
İnsanlık, bir türlü barışmayı öğrenemiyor çünkü çıkarları sevgiye tercih ediyor.


1992 – İlk kısa mesaj gönderildi

Bir mühendis, bilgisayarından iş arkadaşının telefonuna ilk kez SMS gönderdi.
O mesajda sadece iki kelime yazıyordu: “Merry Christmas.”
Ve o andan itibaren iletişim, bir daha asla eskisi gibi olmadı.

Ama ironik olan şu:
İletişim arttıkça, anlam azaldı.
Binlerce mesaj, yüzlerce bildirim, ama gerçek bir sohbet yok.
Artık kimse “Nasılsın?” derken cevabı duymuyor.
Teknoloji bizi birbirimize bağlamak için doğdu,
ama sonunda hepimizi yalnızlaştırdı.


2012 – Filipinler’de Bopha tayfunu

Bopha Tayfunu, Filipinler’e çarptı.
475 kişi öldü.
On binlerce insan evsiz kaldı.
Doğa, insanın açgözlülüğüne bir kez daha cevap verdi.
Ama biz hâlâ anlamadık:
Doğaya hükmetmeye çalıştıkça, o bize ders veriyor.
İklim krizi, artık uzak bir kavram değil;
her sabah haberlerde, her yağmurda, her kuraklıkta yüzümüze vuruyor.


2021 – Güldal Akşit’in vedası

Güldal Akşit, Türkiye siyasetinde kadının sesi olmayı başarmış bir isimdi.
Onun ardından siyaset yine erkekleşti.
Ve bu ülkede kadınlar, hâlâ aynı şey için mücadele ediyor:
Eşitlik, adalet, saygı.

Tarihte kadının adı hep silinmek istenmiştir.
Ama her dönem birileri, kalemiyle, sözüyle o ismi yeniden yazmıştır.
Florence Nightingale’den Güldal Akşit’e kadar uzanan o çizgi, insanlık onurunun çizgisidir.


Dünya Engelliler Günü Üzerine

Ve geldik bugünün en anlamlı tarafına: Dünya Engelliler Günü.

Bir gün değil, her gün farkında olmamız gereken bir mesele.
Engelli bireyleri “yardıma muhtaç” değil, hayata ortak görmediğimiz sürece hiçbir ilerleme gerçek olmaz.
Bugün herkes paylaşım yapacak:
“Engelleri birlikte aşalım.”
Ama yarın o paylaşımı yapanların kaçı otobüste tekerlekli sandalye için yer açacak?

Bir toplumun medeniyet seviyesi, camilerinin büyüklüğüyle değil, rampalarının yüksekliğiyle ölçülür.
Ve biz hâlâ o rampaları “isteğe bağlı” sanıyoruz.

Bir gün kör olsak, bir gün yürüyemesek, bir gün duymasak…
O zaman anlayacağız:
Asıl engel, görememek değil; görmezden gelmektir.


Son Söz

Tarih, 3 Aralık gibi günlerde bize iki şeyi hatırlatır:
İnsan, hem yaratandır hem yıkandır.
Bir yanda Florence Nightingale gibi şefkatle dünyayı iyileştirenler vardır;
öte yanda Bhopal felaketi gibi dünyayı zehirleyenler.

Ama yine de umut, hep oradadır.
Bir lambanın ucunda, bir çocuğun gözlerinde, bir engellinin azminde…
O yüzden bugün bir an dur.
Birine “yardım etmeden” sadece gör.
Belki o bakış, bir dünyayı değiştirir.


Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Diğer içeriklere de göz atın. Bu blog bağımsız bir platformdur ve desteklerinizle ayakta duruyor.
Bildirimleri açmayı unutmayın.

begendim
0
Begendim
bayildim
0
Bayildim
komik
0
Komik
begenmedim
0
Begenmedim
uzgunum
0
Uzgunum
sinirlendim
0
Sinirlendim

Yorum Gönder

Yorumlar