Advert
Advert

2 Aralık: Napolyon’un Tacı, Namık Kemal’in Ölümü ve Bizim Bitmeyen İmparatorluk Sevdası

2 Aralık, Napolyon’un taç giydiği, Namık Kemal’in öldüğü, tarihin güç ve fikir arasındaki çatışmasını simgeleyen anlamlı bir gündür.

Yayınlanma Tarihi : Google News
2 Aralık: Napolyon’un Tacı, Namık Kemal’in Ölümü ve Bizim Bitmeyen İmparatorluk Sevdası

2 Aralık: Napolyon’un Tacı, Namık Kemal’in Ölümü ve Bizim Bitmeyen İmparatorluk Sevdası

Arkadaşlar, dostlar ve dahi Romalılar merhaba…
Bugün 2 Aralık. Takvimlerin bize söylediğine göre yılın 336. günü. Kalan 29 gün...
Yani bu yılı da “bir şekilde atlattık” demenin eşiğindeyiz.
Ama tarihe bakınca fark ediyorsun ki, hiçbir yıl gerçekten bitmiyor. Her biri bir diğerinin içine sızıyor, her imparatorluk ötekine dönüşüyor, her “devrim” bir yenisinin bahanesi oluyor.

Bugün tarihte öyle bir gün ki; Napolyon Bonapart kendini taçlandırıyor, Namık Kemal gözlerini yumuyor, Yusuf Akçura doğuyor, Pablo Escobar vuruluyor, Fidel Castro Küba’ya ayak basıyor.
Yani güç, direniş, fikir ve ihanetin harmanlandığı bir gün.
Buyurun, tarihin 2 Aralık sayfasını birlikte açalım.


Napolyon’un Kendi Kafasına Taç Koyduğu Gün

Yıl 1804. Yer Paris, Notre Dame Katedrali.
Papa orada. Halk orada.
Ama Napolyon’un gözü kimseyi görmüyor.
Papa taç giymesi için yanına yaklaşıyor, o ne yapıyor?
“Bırak ben hallederim” der gibi, kendi başına takıyor tacı.
Yani diyor ki:
“Bu dünyada kimse beni taçlandıramaz. Çünkü ben zaten taçla doğdum.”

İşte o gün, modern zamanların ego çağı başlıyor aslında.
Napolyon’un bu sahnesi, bugün Instagram’da “kendi markasını kuran” her girişimcinin profilinde yaşar.
Taç aynı taç, sadece filtreli artık.

Napolyon, Fransa İmparatoru oluyor o gün.
Ama aslında “Avrupa’nın en yalnız adamı” oluyor.
Güç yalnızlaştırır. O günden sonra kazandığı her savaş, onun insanlığını biraz daha törpülüyor.
Bir yıl sonra Austerlitz’te Rus-Avusturya ordusunu paramparça ediyor.
Dünya, güce bir kez daha hayran kalıyor.
Bugün hâlâ o refleks değişmedi.
Güce tapıyoruz. Haksız da olsa güçlü olanı alkışlıyoruz.
Napolyon’un tacı aslında hepimizin başında görünmez bir taç olarak duruyor hâlâ.


Namık Kemal: Vatanın Kelimelere Dökülmüş Hâli

2 Aralık 1888. Namık Kemal ölüyor.
“Vatan Şairi” diyorlar ya hani, aslında o “halkın sesi”ydi.
Yalnız ve öfkeli bir idealistti.
Bir cümlesiyle imparatorlukları sarsan, bir yazısıyla sürgüne gönderilen adam.
Bugün olsa, muhtemelen Twitter’da “sakıncalı” etiketlenir, YouTube kanalına erişim engeli gelirdi.

Ama o susmadı.
Dedi ki:

“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini.”

Ve kurtardı.
Belki kendi göremedi, ama tohum ekti.
Bir tohumun filizlenmesi bazen yüzyıllar alır.
O tohumun adı bilinçtir,
ve o bilinç, bugün hâlâ bize “yanlış giden bir şeyler var” dedirtiyorsa, Namık Kemal yaşıyor demektir.


Yusuf Akçura: Üç Tarz-ı Siyaset ve Sonsuz Kafa Karışıklığı

Bugün 1876’da Yusuf Akçura doğuyor.
“Üç Tarz-ı Siyaset” kitabını hatırlarsınız belki: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük.
Adam diyor ki, “Hangisini uygularsak kurtuluruz?”
Ve yüzyıldır biz hâlâ karar veremedik.

Bir yanımız hâlâ Osmanlı, bir yanımız hâlâ laik, bir yanımız hâlâ “ümmetiz”.
Akçura’nın tartışması, aslında bizim kim olduğumuzun tartışması.
Yüzyıllardır bitmeyen “biz kimiz?” sorusunun mimarı o.
Cevabı hâlâ bulamadık.
Çünkü cevabı bulmak istemiyoruz.
Kimliğimizin belirsizliğinde, her politikacının kendi ideolojisini satabileceği devasa bir boşluk var.
Ve biz o boşlukta yaşamayı kanıksamışız.


Fidel Castro ve Küba: Bir Yat Dolusu Devrim

1956’da Granma yatı Küba sahiline yanaşıyor.
Üzerinde 82 adam.
Biri sakallı, biri gözlüklü, biri de “bir ülke kurtaracağız” diyor.
O sakallı adam: Fidel Castro.

Bugün olsa YouTube’da “Vlog #1 – Devrime Gidiyoruz (Gerçek Hikaye)” diye video çekerdi.
Ama o dönemde kamera yok, idealler var.
Küba’ya ayak basıyor ve tarihin akışını değiştiriyor.
“Komünistim!” diyor,
ve Batı dünyası panikliyor.
Yani bir adam “ben eşitlik istiyorum” dedi diye, Amerika kıtasının yarısı kabus görüyor.

Bu bile devrimdir.
Çünkü devrim önce bir kelimede başlar.
Bugün o kelimeyi söylemekten korkan milyonlar var: Eşitlik.
Castro, Napolyon gibi taç takmadı.
Ama bir sigara dumanıyla bütün bir düzeni havaya uçurdu.


Pablo Escobar: Modern Zamanların “Kötü Kahramanı”

  1. Medellín.
    Bir çatının üzerinde kaçıyor, terli, yorgun, nefes nefese.
    Bir an duruyor, gökyüzüne bakıyor, sonra vuruluyor.
    Adı: Pablo Escobar.

Bugün dizileriyle, belgeselleriyle efsaneleşmiş bir figür.
Ama unutmamak gerek:
Pablo, sadece bir uyuşturucu baronu değildi.
Bir sistemin sonucuydu.
Devletin yoksulu yok saymasının, kapitalizmin “paran kadar konuş” dediği bir dünyanın aynasıydı.
Yani hepimizin içinde bastırılmış bir Escobar var aslında.
Sistemin dışına atılan, kendi imparatorluğunu kurmaya çalışan,
ve sonunda o sistem tarafından yok edilen.

Bizim ülkemizde de “yolsuzlukla zengin olan” her figür, kendi çapında bir Escobar’dır.
Sadece beyaz toz yerine “ihale” kullanırlar, fark bu kadar.


Varlık Vergisi Kampları ve Unutulan Acılar

2 Aralık 1943.
Türkiye’de Varlık Vergisi borcunu ödeyemeyen gayrimüslimler, çalışma kamplarından serbest bırakılıyor.
Yani önce insanları mallarından ediyoruz, sonra “affediyoruz.”
Bu topraklarda “adalet” hep bir vicdan pazarlığı gibi.
Önce vururuz, sonra “pişman olduk” deriz.
Ama o yaralar kapanmaz.
Bugün hâlâ azınlıklar bu ülkenin “misafiri” gibi hissediyorsa, nedeni o günlerdir.
Biz unuturuz ama tarih unutmaz.
Unutmaması da iyidir; çünkü utanç, bazen bir ülkenin tek ahlaki sermayesidir.


Namık Kemal’den Napolyon’a: Taç Takmak ile Halkı Taçlandırmak Arasındaki Fark

Napolyon kendi başına taç taktı.
Namık Kemal halka söz verdi.
Castro “herkes eşit olacak” dedi.
Escobar “benim de hakkım var” dedi.
Hepsi aynı yüzyılların farklı tezahürleri aslında.
Birinin tacı altın, birinin kelimesi kurşun, birinin ideali sigara dumanıydı.

Bizim coğrafyada ise taç hep “devlet”te kaldı.
Halk, hep “sadakat”le taçlandırıldı.
Napolyon’un tacı “ben” diyordu,
Namık Kemal’in kalemi “biz.”
Bugün hangisiyle yönetildiğimize siz karar verin.


Bir Zamanlar Edirne’de: Trakya-Paşaeli Cemiyeti’nin Doğduğu Gün

1918’de Edirne’de, yani benim de doğup büyüdüğüm topraklarda, Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu.
Kurucusu: Talat Paşa.
Ama asıl mesele, halkın kendi kaderine sahip çıkma girişimiydi.
Bugün hâlâ Trakya’da o ruh vardır.
Kahvede oturan bir amcaya “memleket ne olacak?” diye sor, 10 dakikada dış politika analizi yapar.
O yüzden Trakya insanı muhaliftir, şakası bile politiktir.
Edirne, bu toprakların vicdanıdır.
O gün atılan o imza, Anadolu’nun da kurtuluşunun önsözüdür aslında.


Bilim, Jilet, Plastik ve Atom Çağı

1901’de King Camp Gillette jiletin patentini alıyor.
Yani “sabah uyanınca suratını kesme devri” resmen başlıyor.
1909’da bakalit bulunuyor, yani plastik çağının başlangıcı.
1942’de Chicago’da ilk nükleer reaksiyon gerçekleşiyor.
Düşünsene; insanın evrimiyle birlikte en büyük düşmanı yine kendisi oluyor.
Jilet, plastik, atom…
Biri kesiyor, biri kirletiyor, biri yok ediyor.
Biz hâlâ “ilerleme” diyoruz buna.
Belki de insanlık, teknolojiyi değil, hırsını yönetmeyi öğrenene kadar büyümemeli.


Gianni Versace’den Ahmet Uluçay’a: Sanatın Renkli Deliliği

Bugün doğanlar arasında iki isim benim için özel:
Gianni Versace ve Ahmet Uluçay.
Biri modanın, biri sinemanın delisiydi.
Versace “görkemin estetiği”ni yaratırken, Uluçay “yoksulluğun içindeki mucizeyi” yarattı.
Biri Milano’da parıltı, diğeri Kütahya’da bir köy evi.
Ama ikisi de aynı şeyi yaptı:
Hayali gerçeğe dönüştürmek.
Ve ben diyorum ki, bir insanın hayali varsa, o insan zaten Tanrı’nın en güzel eseridir.


1981: Hülya Koçyiğit Fransa’da, Türkiye Sansürde

1981’de Hülya Koçyiğit, Fransa’da ödül alıyor.
Aynı yıl, Türkiye’de Yükseköğretim Kanunu’na karşı 450 akademisyen isyan ediyor.
Yani bir yanda sanat, bir yanda özgürlük mücadelesi.
Bizim ülke hep böyle.
Bir yanı ışık, bir yanı karanlık.
Bir yanda ödül alan bir kadın, diğer yanda işten atılan bir öğretim üyesi.
Ama işte tam da bu yüzden umut bitmez.
Çünkü o iki uç arasındaki gerilimdir bizi ayakta tutan.
Bir millet, çelişkileriyle büyür bazen.


Günün Özeti: Aynı Taç, Farklı Başlar

Tarihte bugün, biri tacını taktı, biri kalemini bıraktı, biri devrim yaptı, biri vuruldu.
Ama hepsinin hikâyesinde güç var.
Kimi o gücü insan için kullandı, kimi insanı güç için sattı.
Ve biz hâlâ aynı sorunun etrafında dönüyoruz:
İnsan mı büyüktür, güç mü?

Cevap belli aslında.
Eğer bugün hâlâ Namık Kemal’in adını biliyorsak,
Napolyon’un tacı değil, Namık Kemal’in kalemi kazanmıştır.


Son Söz

Tarihte bugün bize bir şey öğretiyorsa o da şu:
Bir insanı büyük yapan, sahip oldukları değil; uğruna vazgeçtikleridir.
Napolyon’un tacı altınla, Namık Kemal’in kalemi kana yazılmıştı.
Ve ben, bugün 2 Aralık’ta, bir kez daha inanıyorum ki:
Gerçek imparatorluk, bir halkın kalbinde kurulur.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Diğer içeriklere de göz atın.
Bu blog bağımsız bir platformdur ve desteklerinizle ayakta duruyor.
Bildirimleri açmayı unutmayın.

begendim
0
Begendim
bayildim
0
Bayildim
komik
0
Komik
begenmedim
0
Begenmedim
uzgunum
0
Uzgunum
sinirlendim
0
Sinirlendim

Yorum Gönder

Yorumlar