Devirmek dağları elbirliğiyle, ama elimizin öz biçimi, öz sıcaklığını yitirmeden...
Efendim merhabalar.
Bugün 12 Mart 2023 günlerden Pazar. Bir Pazar günü yazısıyla daha cebelleşmek üzere yine yazı makinemin başındayım. Türk kahvesi ve sigara eşliğinde bir şeyler karalamaya çalışacağım. Aklımdakileri kağıda geçirirken, aklımda olmayan başka yerlere evriliyor yazılar genelde ama, bu sefer sakin kalıp tam olarak anlatmak istediğim şeyleri anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle bugünün şöyle de bir tarihi misyonu var. Bugün İstiklâl Marşımızın kabulünün yıl dönümü. O büyük destansı şiirin şairi Mehmet Akif Ersoy’un da dediği gibi; “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın.”
12 Mart askeri cuntasının da yıl dönümü bugün, ama o konu hakkında konuşmayacağım. Kimler tarafından ne amaçlarla yapıldığı gün gibi aşikar zira. Yaşadığımız dönemden de bunu idrak edebiliyoruz diye düşünmekteyim. Yani en azından aklı selim olanlar bu idraktedir inancı taşımak istiyorum.
Şimdi efendim gelelim asıl konumuza. Aslında asıl bir konumuz yok gibi galiba, sanırsam. Çünkü o kadar çok şey var ki anlatmak, yazmak istediğim. İşte hep bu sebepten de her yazmaya başladığımda kafamın içindeki sorular silsilesi kağıtta kendilerine yer bulmanın telaşıyla hücum ediyorlar. Kafamın içerisindeki curcunayı nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. Trompetler çalınıyor kafamın içinde, kafamın içinde havai fişekler halay çekiyorlar, kafamın içinde askeri geçit törenleri mevcut, kafamın içi savaş alanı, kafamın içinde büyük terk edilişler ve aşklar var, kafamın içi devrim düşüncesiyle dolu. Diğer yandan da kafamın içinde baharlar tasarlıyorum, ilkbaharlar. Hepimiz için ilkbaharlar tasarlıyorum kafamın içinde, Nâzım Hikmet’in de dediği gibi: “Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri.” Hep bu inanç beni diri tutuyor, bu inançla hayata sıkı sıkıya sarılıyorum.
Fakat biz ne yapmışız bugüne kadar? Samimiyetle söyleyeyim koskocaman bir hiç! Kitap okumamışız, sanattan, edebiyattan, müzikten ve dahi felsefeden ve tarihten hep uzak durmuşuz. Atatürk’ün Nutuk’unu okumadan Atatürkçü, Kuran-ı Kerim okumadan Müslüman olmuşuz. Bir Türk dünyaya bedeldir diye bir söz var ya hani, ha işte o söz çok güzel anlatıyor aslında bizi. Ama şu anlamda anlatıyor. Biz futbolu futbolculardan, siyaseti siyasilerden, felsefeyi filozoflardan, edebiyatı şairler ve yazarlardan daha iyi biliyoruz. Herkes siyaset uzmanı, herkes futbol yorumcusu, herkes şair ve yazar. Hâl böyle olunca da okumayı ikinci, üçüncü hatta beşinci, onuncu sıraya koymuşuz.
Dünya ortalamasının çok altında okuma oranı. Okumak deyince aklınıza okul okumak gelmesin. Tarih okumaktan, felsefe okumaktan, edebiyat okumaktan bahsediyorum. Dünya klasiklerini okumaktan bahsediyorum. Çünkü bugünkü ve bundan önceki uygulanan eğitim sistemi bize bir şey vermemek üzere tasarlanmış. 10 Kasım 1938 gününden bugüne iktidara gelmiş kim varsa, hepsinin kime, kimlere ve neye hizmet ettiği bizce malum. Bakın ben lise 3. Sınıfta Kurtuluş Savaşımızı emperyalizme karşı verdiğimizi öğrendim. Bunu da okulda öğrenmedim. Peki ya? Kendi okumalarımdan öğrendim. Derslerin haricinde okuduğum kitaplardan öğrendim. Dünyaya meydan okuduğumuz kutlu zaferin emperyalist ve kapitalist ülkelere karşı yapıldığını öğretmiyorlar bize okullarda! Neden öğretmiyorlar? Çünkü bizi 10 Kasım 1938’den sonra o emperyalist ve kapitalistlerin işbirlikçileri yönetiyor da onun için. Antikomünist propaganda adı altında ne kadar ilerici, aydın, devrimci varsa geçmişte ve günümüzde işkencelere maruz kalmış ve kalmakta, sürgün edilmiş ve edilmekte, ölmüş ve öldürülmeye devam edilmekte.
İyi de biz nerede yanlış yaptık? Bu biraz özeleştiri gibi de olacak.
Şöyle ki: Türkler geçmişten bugüne dünya tarihine yön vermiş bir ulus olmuş her zaman. Çağ kapatıp, çağ açmışız.
Osmanlı’nın kuruluşunda bir mutasavvıfın büyük rolü vardır. Kimdir o mutasavvıf? Şeyh Edebâli. Kimdir Şeyh Edebâli? Şeyh Edebâli, 1206 yılında doğmuş İslam ilahiyatçısı, din bilgini, Ahi şeyhi, Osman Gazi'nin kayınbabası ve hocasıdır. Osmanlı Devleti'nin kuruluş zamanlarını yaşamış olan Şeyh Edebâli, Osmanlı Devleti'nin manevi kurucusu ve fikir babası olarak kabul edilmektedir.
Tefsir, hadis ve İslam hukuku konularında uzmanlaşan Edebâli, Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi dönemin büyükleri ile aynı zamanda yaşamıştır ve onlarla pek çok kez sohbet etme şansı bulmuştur. Bilecik'te bir dergah yaptırmış olan Şeyh Edebali, öğrenci yetiştirmekle ve halkı aydınlatmakla uğraşmıştır.
Tarihte biz Türkler bu mutasavvıflar sayesinde büyük zaferlere imza atmışız! Bunu şu anlamda söylemiyorum yanlış anlaşılmasın. İşte iki okumuşlar, üflemişler de biz büyük bir millet olmuşuz demiyorum. Zaten bu bahsi geçen şahsiyetler de öyle hurafelerle, bidatlarla ilgilenen zamanımız şeyhleri gibi değiller. Hiç olmamışlar! Ne yapmış Şeyh Edebâli? Halkı aydınlatmakla uğraşmış! Gerçek manada da bunu başarmışlardır. Bugünkü tarikat ve cemaatler gibi İngiliz yahut benzer ülkelerin talimatlarıyla dinin afyon tarafını halka tebliğ etmemişler, bilakis akıl ve ilmin hakiki manada temsilcileri olmuşlardır.
Peki sonra ne olmuştur? Osmanlı bu akıl ve ilim sahibi mutasavvıflardan uzaklaşmaya başlamıştır. Süreç içerisinde dini iyi bilen bir takım ajanlar söz sahibi olmaya başlamışlar ve olaylar da bundan sonra farklı bir boyuta evrilmiştir. Bir mutasavvıfın nasihatleriyle kurulan Osmanlı başka bir mutasavvıfın bedduasıyla çökmüştür. Çöküşünde Mısri Niyazi hazretlerinin ne gibi bir etkisi olduğunu daha önce birkaç yazımda anlatmaya çalışmıştım. Burada o konuya girmeyeceğim.
Şimdi biz ilerici dediğimiz zaman, aydın dediğimiz zaman ne anlıyoruz? İlkin bunun tahlilini doğru yapmamız gerekmektedir! İlerici ve aydın dediğimiz zaman ne yazık ki kendi öz değerlerimizden uzakta bir takım fikir ve düşüncelerin etkisi altında kalmışız. Bu geçmişte de böyle olmuş günümüzde de böyle olmaktadır. Karl Marks okumuşuz, Lenin okumuşuz, Marksist ve Leninist olmuşuz ama, kendi öz benliğimizden de uzaklaştığımızı fark etmemişiz hiç. Yine Nâzım Hikmet’in bir şiirinde dayı kızına sosyalizmi anlatırken söylediği gibi aslında:
“Sosyalizm
Devirmek dağları elbirliğiyle
Ama elimizin öz biçimi
Öz sıcaklığını yitirmeden.
Yahut, mesela
Sevgilimizin bizden ne şan, ne para
Vefadan başka bir şey beklemeyişi.”
Buradaki “ama elimizin öz biçimi, öz sıcaklığını yitirmemek” kelamı mühür gibidir. Yani ilerici, aydın, devrimci olmak için elimizin öz biçimine, öz sıcaklığına düşman olmamak lazım gelir. Lâkin bizim aydınımız, ilericimiz, devrimcilerimiz ne yapmışlar? Ne yapmışız? İlerici olmak demenin değerlerimizden uzaklaşmak olduğunu zannetmişiz ya da bize öyle lanse ettirmişler. Özellikle 1950 ve sonraki süreçte bir taraf Sovyet emperyalistlerinin sevdalısı olmuş, diğer tarafsa Sovyet’in komünist yapısından mütevellit Amerikancı sevdalısı olmuş. Oysa ne o ne de ötekidir kurtuluş reçetesi!
Mustafa Kemal Atatürk kurtuluş reçetesi olarak hiçbir dogma ve kalıplaşmış görüş peşinde koşmadı yaşadığı süre boyunca. İsteseydi yapamaz mıydı? Hem de öyle bir yapardı ki, Padişahların insanlara “kullarım” dediği gibi bir pozisyona geçirirdi kendisini. Peki o ne yapmayı tercih etti! Kul, ümmet anlayışından zamanın da misyonuna göre hareket ederek ki o dönemde ulus devletler yükselişteydi. Zira Fransız İhtilalinin etkisi tüm dünyayı sarmaktaydı. Yani Osmanlı gibi Devletlerin süresi dolmuştu. Dünya başka bir yöne doğru yönelmekteydi. Osmanlı hükümdarları yaklaşan bu tehlikenin farkındaydı ve özellikle çöküş dönemi olarak adlandırılan süreçte ulus, millet, vatan gibi tanımlamaları kullanan aydınlara düşmanlık beslemekteydiler. Bu aydınların başında da Namık Kemal gelmekteydi. Türk tarihine “vatan” terimini sokan kişidir Namık Kemal. Vatan Şairi olarak anılmasının sebebi de budur! Mustafa Kemal’in Kemal’i de Namık Kemal’in Kemal’idir. Genç Mustafa’nın matematik öğretmeni olan Mustafa bey, öğrencisinin Namık Kemal sevdasını bildiğinden dolayı ona ikinci bir ad olarak Kemal ismini layık görmüştür. Olay bundan ibarettir. Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” kitabını okuyun, sonra da dönün Atatürk’ün Nutuk’unu okuyun. Fikirlerinin şekillenmesi üzerindeki etkiyi kendiniz görün.
Peki biz Nutuk okuduk mu? Hayır!
Peki biz Namık Kemal okuduk mu? Hayır!
Peki biz Tevfik Fikret okuduk mu? Hayır!
Peki biz Mehmet Akif Ersoy’u okuduk mu? Hayır!
Peki biz kitap okuduk mu? Hayır!
Peki biz Kuran okuduk mu? Hayır!
Peki biz bunca okumamış olmamıza rağmen, nasıl oluyor da her şeyde fikir sahibi olduk!
Yunus Emre 1930’a kadar Türk edebiyatında yok biliyor musunuz? Türkçe şiirin en büyük temsilcilerinden bana göre. Ama Türk şiirinin içerisinde adı geçmiyor! Yok! Bilmiyorlar!
Pir Sultan Abdal’ı okuduk mu? Bildik mi? Hayır! Şeyh Bedreddin’i bildik mi? Hayır! Mevlana’yı anladık mı? Hayır! İbnül Arabi okuduk mu? Hayır! O İbül Arabi ki, yurt dışında çeşitli üniversitelerde ders olarak okutuluyor! Biliyor musunuz? Hayır! Malatlaylı Mısri Niyazi’den haberiniz var mı? Hayır! Nâzım Hikmet, sevgilisini Türkçeye benzeten ve öyle seven o mavi gözlü devi tanıdınız, bildiniz mi? Hayır!
Bu bilinçli olarak mı yapıldı bilmiyorum ama, öz değerlerimizden ve öz kimliğimizden müthiş bir şekilde uzaklaştık ya da uzaklaştırıldık. Millet olarak bizim suçu başkalarına atmak gibi bir özelliğimiz de var. Bunu da inkar etmemek lazım gelir diye düşünüyorum. Zira kim ne yaparsa yapsın, kim ne söylerse söylesin, bu saydığım isimleri okumamızın önünde hiçbir engel bulunmamakta. Hele ki günümüzde, her türlü bilgiye saniyeler içerisinde ulaşabildiğimiz bu dönemde cahil kalmak bir tercihtir. Başkaca bir açıklaması yoktur.
Ha yukarıda Karl Marks okuduk, Lenin okuduk gibi bir ifade kullandım. Onları okumamamız gerektiği anlamı çıkmasın bundan kesinlikle. Hatta daha da ileriye gidip Darwin de okuyun, Hegel de okuyun! Ama elinizin öz biçimini, öz sıcaklığını kaybetmeden. Arı gibi her çiçekten faydalanın ama kendi ürününüzü ortaya koyun. Neyi okursanız gidip onun tapıcısı olmayın. Kendinize aydın kimliği altında sekter bir dünya görüşü yaratıyorsunuz ve daha da fenası bunun farkına değilsiniz. Sekter demek sadece körü körüne din diyanet işleriyle uğraşanlar demek değildir. Sekter bir düşünceye körü körüne bağlı olan herkestir. Komünist sekterler de vardır, sosyalist sekterler de vardır, Atatürkçü sekterler de vardır. Kaldı ki Atatürkçülük diye bir söylem sonradan uydurulmuştur. Atatürk’ün böyle bir iddiası ve ideali yoktu. Kemalizm safsatası etrafında siyaset güdenlerden olmayın. Kemalizm diye bir şey yoktur! Manevi miras olarak akıl ve bilim yolunu bırakmış bir lider vardır önümüzde rol model olarak. Zamanının çok ötesinde bir beyine sahip olan ve yaptıkları bazı kafalarca bugün bile anlaşılamayan bir liderdir O!
Bakın Yunanlı araştırmacı ne diyor Atatürk ile ilgili!
Yunanlı araştırmacı Christos Retoulas Atatürk döneminde oluşturulan laiklik konseptinin Osmanlı'daki Vahdet-i Vücud felsefesi üzerine kurulduğunu belirtiyor. Atatürk'ün ailesinin Mevlevi ve Alevi/Bektaşi kökeninden geldiğini anlatan Retoulas, 'Mustafa Kemal tasavvufun piri, efendisiydi. Atatürk Melami'ydi' görüşünde.
Vahdet-i Vücud anlaşılmadan Atatürk anlaşılamaz. Atatürk anlaşılmadan da yaptıkları anlaşılamaz.
Atatürk bütün yaptıklarıyla elimizin öz biçimini, öz sıcaklığını korumaya çalıştı. Bütün yaptığı ve yapmaya çalıştığı buydu!
Hayatı savaşlarda geçmiş, gözünün önünde binlerce askeri şehit olmuş, çekmediği acı kalmamış, ama günü gelmiş uyumadan, gözünü kırpmadan bir mücadele içerisine girmiş ve başarılı olmuş bir liderle aynı milletten olduğum için kendimle övünüyorum. Onun da dediği gibi: “Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir.” Bunu kafatasçı bir söylem olarak algılamak isteyenler algılayabilir. Bu bizim elimizin öz biçimi, öz sıcaklığıdır. Bunun haricinde söylenen her şey yalandır, batıldır.
Cumhuriyet’in kazanımlarının farkında olalım ve kendimize bir çekidüzen verelim artık. Bunun için de öncelikli olarak gidip “Nutuk” okuyun! Bizim kurtuluş reçetemiz oradadır.
Nutuk’u okuduktan sonra da elinize ne geçerse okumaya devam edin. Bu dünya bizler değişmediğimiz sürece değişmeyecek. Değişime önce kendimizden başlamamız gerektiği gerçeğini kulak arkası etmeyelim ve yarın değil bugün başlayalım.
Zamanım yok deme! Atatürk’ü hatırla ve aklından çıkarma! Yedi düvele karşı savaş mı veriyorsun, içte ve dışta hem hainler hem cahillerle mücadele mi ediyorsun da zamanım yok kitap okumaya diyorsun? Başına gelmiş bütün felaketlerin göbeğindeyken kitap okudu, bunu unutma. 56 yıllık yaşamında dört bine yakın kitap okudu! “Elime geçen her iki kuruştan bir kuruşunu kitaba vermeseydim, yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım” diyerek de bu konunun önemine işaret etti.
Şimdi başlamazsak yarın her şey için çok geç olabilir.
Kendinize iyi bakın. Bir sonraki yazıda görüşmek ümidiyle.
Saygı, selam ve muhabbetle…
Osman Coşkun
0 YORUMLAR
Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...