-Vesselâm-

-Vesselâm-

Tarih: 23 Mart 2018. Saat: 20.08

Evimdeyim ve her şeyin yerli yerinde olduğuna inanıyorum. Uzun zamandır böyle bir inanca ulaşabilmek için umulmadık şeyler denedim. Şu an bu düşünceye nasıl vardım, bilmiyorum. Konulmuş olan kuralların hepsini kabul ettim. Hiç sesimi çıkarmadım. Bir zamanlar evet her şeyi eleştirmiştim. Evet aklınıza gelebilecek her şeyi.

Evimdeyim ve şimdi oturduğum yerden ahkam kesmeye başlamak üzereyim. Evet tam olarak ahkam keseceğim, ama ziyadesiyle geçmişi irdeleyeceğim. Aslında irdelemek de denmez buna, geçmişi anlatacağım. Şimdi, buradan oturduğum yerden geçmişe gidip, devam ederek bugüne geleceğim. Bir nevi zaman makinesi olarak kullanacağım önümde duran yazı makinesini. Şu andan geçmişe yolculuk, geçmişte dolanırken birden şu ana gelip, elime bir yay alacağım ve geleceğin bilinmez labirentlerine bir ok atacağım. Bunu buradan oturduğum yerden yapacağım ve siz de buna şahit olacaksınız.

Bilinmedik, bilinmeyecek olan her şeyi düşünün ve bildiğiniz her şeyi de unutun. Başlıyoruz. 

 

BİRİNCİ KİTAP 

 

Aylardan Mart olduğunu söylemiştim. Geri zekalı ağaçların yaklaşık bir ay önce çiçek açtığı bir şehir burası. Yani bir ağaç Şubat’ın en olmadık soğuğunda niye çiçek açar bilmiyorum. Gerçi ben Şubat doğumluyum, bir insan Şubat’ta niye doğar onu da bilmiyorum. Benim ne olacağım doğum tarihimde gizlenmiş sanırım, ta başlarında. Gerçi bu Şubat’ta doğma fikri bana ait değildi. Sorulsaydı bir itirazım olur muydu bilmem. Şubat hakkında şimdiki bilgilere sahip olmadığımdan mütevellit, sanırım bir itirazım olmazdı. Neyse,devam edelim en az ağaçları kadar insanlarının da embesil olduğunu belirtmem gerek. Kimsenin kimseye en ufak faydasının dokunmadığı, aksine bir birlerinin kuyularını nasıl kazacaklarını düşünen insanları bir araya toplayın bir şehir kuracağız dense ancak bu kadarı kurulabilirdi. Öyle bir yer burası.

               Yani dünya denilen bu çelişkiler diyarının bilinmeyen bir ülkesinin bilinmeyen bir şehrinin bilinmeyen bir sokağında bilinmeyen bir evde ikamet etmekteyim ve şu anda odamda yazı makinemin karşısında oturmuş bu satırları düşünüyorum. Masanın üzeri kafamın içi gibi, karmakarışık. Tepemin üstünde odanın sarı ışığı, sol tarafımda boydan boya pencere, pencerenin önünde bir sehpa üzerinde muhabbet kuşum Mecnun durmakta. Mecnun şu anda uyumakta. Bütün gün adından mütevellit deliler gibi oradan oraya uçtuğu için bu saatlerde tık nefes sesi çıkmaz kendilerinin.

               Çayı yeni demledim. Alttan klarnet taksimi çalıyor, Yunanlı bir dayı. En az bizim aşağı mahalledeki romanlar kadar iyi üflüyor. Yunanlı bir roman olabilme ihtimali yüksek. Ya da mübadele zamanında kaçamayan Türklerden olma ihtimali de var elbet.

               Neyse, konumuz çok uzun. Lakin henüz başlayabilmiş değiliz. Sonunu düşünen kahraman olamaz mottosuyla başladığımızdan olsa gerek kaç sayfa sürecek bu zamanda yolculuk, bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, o da bildiğim her şeyi anlatmak. Hatta ve hatta bilmediklerim hakkında bile ahkam kesmeyi düşünüyorum. Yeni  fikirler, yeni öngörüler, yeni olana dair aklıma ne gelirse anlatacağım. Tam olarak nasıl bir şey çıkacak ortaya bilmiyorum.

 

***

 

               Bütün hikaye aslında Ömer Hayyam’ın rubaileriyle başladı diyebilirim. Bundan bilmem kaç sene öncesinde Hayyam’ın hayatını anlatan bir kitap geçmişti elime o kitabın içerisinde Hayyam’ın rubaileri beni benden almıştı da, beni bir daha bana geri vermemişti. Hâlâ o alındığım yerdeyim. Fazlasıyla bu duruma alınganlık göstermiş olacağım. Kainatın yaratılışıyla ilgili, din ve devlet işlerine o kadar çok kafa yoruyordum ki, hemen her gün bir kitap okuyor, bitiriyordum. Müşküllerim artıkça artıyordu. İşin içinden gerçek anlamda çıkamıyordum. Bir dönem ateistliğin kenarlarında ziyadesiyle dolandım, lakin yaratıcıyı inkar edemedim, bir yaratıcı var eyvallah ama, din diye bir şey yok zırvalarına saplandım kaldım. Onun adına da deizm dendiğini o zamanlar bilmiyordum. Bilmediğim bir şey olmuşum da haberim yokmuş, meğer. İnsanlar çoğu zaman böyledirler, kendilerinin ne olduğunu bilmezler. Bilmediklerini de bilmediklerinden yaşadıklarını zannederler. Etrafınızdan en yakınınızdaki insana sorun mesela, “sen kimsin” diye, afallayıp kalacaktır. “Kimsin oğlum, anlatsana kendini” diye bir soru kimsenin hoşuna gitmez, huzur olur. Çünkü, o soruyu kendisi kendisine sormamıştır hiç! İnsan en çok kendisi olmaktan korkar. Onun için herkes maskelidir dışarıda. Evde dayı olup, dışarıda, ortamlarda falan entel dantel takılan çok insan vardır. kendimden biliyorum, kimse üstüne alınmasın. Teşekkürler.

               Devam edelim, gel zaman git zaman. Bu kafamı karıştıran mevzuları yakın çevremdeki arkadaşlarımla tartışmaya başladım. Herkesin bana deli nazarıyla bakmasını başlarda yadırgadım, ama zamanla kabullendim bu durumu. Zaten şiar da edinmiştim kendime; “akıllı olup dünya kahrı çekeceğime, deli olup dünya benim kahrımı çekecekti.” Böyle bir şiar edinirseniz kendinize, elbette etrafınızda çok fazla insan bulamazsınız. Yanınızda olanlar da size hep bir şüphe nazarıyla bakar. Yapmayı düşündüğünüz işleri önemsemez görünür. Şiir yazarsınız, önce aileniz karşı çıkar, öykü yazarsınız yayınlatacak yer bulamazsınız. Radyoda program yaparsınız, berbat bir sesiniz olduğunu o zaman anlarsınız. İlkin kimse dinlemez, sonra sonra alışır insanlar size. Kabul görürsünüz bu sefer de siz sıkılırsınız. Radyodaki işinizi habersiz, sessiz sedasız bırakırsınız. Böyle bir hayat. Oysa ben böyle bir hayat hiç tasarlamamıştım. Zaman içerisinde beni insanlar delirtti. Ciddi anlamda böyle oldu bu. Lisede gayet normal, içine kapanık. Vur ensesine al lokmasını bir adamdım ben misal. Aşık olur, söyleyemez. Uzaktan severdim. İçim yanardı mesela sevdiğim kızı başkasıyla gördüğümde. Bir şey diyemezdim. Kaybetmeye baştan meyilliydim herhalde. Dünyaya kaybetmek adına gönderilmiştim belki de. Bakın bu son kurduğum cümleyi aklınızdan çıkarmayın çünkü anlatmaya devam ettiğim müddetçe ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız ve belki de hayatınızdaki şükür sebeplerinizden biri olacağım. “Vay be, ne hayatlar var arkadaş” diyeceksiniz her şeyin sonunda. Bense sizin yaşamaktan korktuğunuz hayatı yaşıyor olmanın vermiş olduğu gururla yoluma devam edeceğim. Yeni hikayeler biriktireceğim, çünkü ben ve kalbim kıyamet meydanından geldik bu dünyaya. Mahşer yeridir bize adım attığımız yeryüzü.

Adım attığımız yerde depremler meydana gelir. Ne anlatılır ne anlaşılır, sadece biz yaşarız. Bir de etrafımızdaki birkaç kişi şahittir ahvalimize.

 

 

***

 

               Bu arada yeri gelmişken kendimden bahsedeyim. Aslında yerinin falan geldiği yok da, siz seversiniz dış görünüşü. Biraz dış görünüşümden bahsedeyim. Boyum 1.74 kilom değişkenlik göstermekle beraber 80 civarında genelde. Yuvarlak çerçeveli gözlüklere sahibim, daha ziyade kitap okurken ve yazarken kullanırım gözlükleri. Dışarıya çıkarken yağmurlu havalarda bile güneş gözlüğü takarım. Manyak olduğumdan değil, gözlerim ışığa duyarlı olması sebebiyle. Doktor tavsiyesi aynı zamanda. Mevsimine göre bana yakıştığını düşündüğüm şeyler giymekten hoşlanıyorum. İçinde kendimi iyi hissettiğim her şeyi giyerim. Hatta size tuhaf gelecek ama, yakışanını bulsam çuval bile giyerim. Bu sizi üstelik hiç ilgilendirmez. Ama dedim ya, siz bayılırsınız insanların ne giydikleriyle ilgilenmeye. İşiniz gücünüz yok, beyninize yeni bilgiler vermek yerine kendi kendisini öğütmesine müsaade ediyorsunuz. Dedikodu, boş muhabbetle günlerinizi heba ediyorsunuz. Hiç düşündünüz mü bu dünyaya niye geldiğinizi? Bir yaratıcı olduğunu söylüyorsunuz, inandığınızı söylüyorsunuz. Peki o yaratıcı sizi bu dünyaya bir birinizi çekiştirmeniz için mi gönderdi? Genele dönüp bakalım, dünyanın dörtte üçünde kan göz yaşı hüküm sürmekte, el kadar çocuklar ölmekte, savaşlar almış başını gitmekte. Canlar yanmakta. Bu dünyayı cennete çevireceğini söyleyenler bu dünyayı cehenneme çevirmekte. Cennet uğruna cinnet geçirenlerin ortasında kaldık. İnsan insanın kafasını keser mi? Kesiyor! Hem de hem ölen hem öldüren “Allah-ü Ekber” diye bağırıyor. Anlam kargaşası almış başını gidiyor. Kim dost kim düşman belli değil. Dost ne düşman ne bilinmiyor! Irak’a barış ve huzur götüreceğini söyleyenler, gözyaşından başka bir şey bırakmadı Irak halkına. Ortadoğu kan ağlıyor. Filistin çölün ortasında gözyaşlarından ve kandan dünyanın en büyük gölüne kavuşmak üzere. Ama siz benim mavi kot pantolonum ne marka, üzerine giymiş olduğum tişört olmuş mu olmamış mı? Bunları düşünün. Aman zihninizi yormayın başka şeylerle. Kafanız acır. Yapmayın, yazık.

 

İKİ

 

“Bu öyle bir sırdır ki, aramakla bulunmaz, ancak bulanlar arayanlardır.”

Muhiddin İbn-i Arabi

              

               Bizim burada yapmaya çalıştığımız hiçbir şey yok aslında. Ne kadar anlatırsak anlatalım, gelmiş geçmiş söylenenlerin üstüne daha güzel bir söz söyleyebilecek değiliz, böyle bir iddiamız yok. Belki de vardır, bilinmez. Söyledikçe göreceğiz elbet. Kainatın yaratılması, Adem ile Havva’nın şeytanla birlikte cennetten kovulması ve buna benzer milyon tane düşünce kafamın içinde cirit atarak dolaştığım günlerden bir gün Tolga abinin yanına uğradım. Samet abiyle birlikte oturmaktaydılar. Samet abi o zamanlar otuzlu yaşlarının kenarında dolaşıyordu, kırklı yaşlarına göz kırpar vaziyetteydi.. Henüz daha girmemişti kırkına. Sohbet esnasında ben birden yaratıcıyı hiçbir şekilde inkar edemediğimi lakin, din ile ilgili kafamda oturmayan şeyler olduğunu söyleyiverdim. Samet abi din konularında katı tavırlı birine benziyordu. Hz. Muhammet (s.a.v) ile ilgili de, “deliymiş, kapatmış kendisini mağaraya vay efendim bana vahiy geldi” demiş, binlerce yıldır da milyarlarca insan takılmış peşine deme gafletinde bulundum. Tabii o zamanlar bunu söylerken bunun bir gaflet olduğundan haberdar değildim. Samet abi gayet mütebessim bir tavırla; “öyledir elbet” dedi. Nutkum tutulmuştu. Nasıl yani der gibi baktım yüzüne, devam etti sözüne; “elbette delidir, deli olmadan veli olunmaz” dedi.

 

               İşte bu söz benim hayatımın dönüm noktasıydı ve taşlar zaman içerisinde yerine oturacaktı. Samet abi anlatmaya devam etti. Biz dinlemeye devam ettik. Çaylar gitti geldi. Sohbetin bir yerinde bize dönüp; “Sizin gökyüzünde sandığınız, yani zanlarınızda yarattığınız gibi bir Allah yok. Onu kastediyorsanız ben de öyle bir Allah’a inanmıyorum” dedi. “Evet, yeri göğü kuşatmıştır, evet doğu batı onundur, evet, peygamber efendimizin buyurduğu gibi, gökyüzünden bir ip sarkıtsak önce Allah’ın üstüne değer. Zira onun bulunmadığı, onun kuşatmadığı hiçbir şey yoktur ve O kendisinden başka hiçbir şey yaratmamıştır, şimdi siz bunları düşünün bakalım, öyle işkembeden atmakla olmuyor bu işler” dedi.

 

               Kafam ziyadesiyle karışmıştı. Zaten karışıktım. İyice karıştım. Neyi nereye koyacağım hususunda en ufak bir fikre malik değildim. Kendimce doğru saydığım şeylerin birer birer yıkılacağı aşikardı. Bir yerde mi okumuştum, birinden mi duydum hatırlamıyorum; “yıkılmadan, yenisi yapılmaz”dı. Yıkılacaktı ki eski bildiklerim, yerine yenilerini koyabilelim. Böyle olması iyi mi olacaktı? Ne olacaktı? Bunca zamandır kendi kendime söylediğim, din bu değil, yaratıcının insanlara söylediği bu olmamalı sözlerinin cevapları zuhura gelecek gibiydi. Muhiddin Arabi’nin söylediğine gelmiştik nihayet; “bu öyle bir sırdır ki, aramakla bulunmaz, ancak bulanlar arayanlardır.”

 

ÜÇ

 

Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur.

Ahmed Amiş Efendi.

      

               “Bildiğiniz hiçbir şey bildiğiniz gibi değildir. Bildiğinizi sandıklarınızı unutun. İşte budur hakikat. Çünkü hakikat renksizdir. Bilinemez, ancak olunur. Kendisi hakikat olmayan hakikatten söz söylerse bilin ki yalandır, yavandır. İçi boş sözlere karnımız tok bizim. Kainat yaratılırken söylenen “kün” sözü, yani “Allah ol der ve o şey hemen olur” ayeti mucibince “olan olmuştur, olacak olan dahi olmuştur.” O “kün” emri bir kere zuhura gelmiştir ve şu anda o “kün” yaşanmaktadır. “Bu gelenler o eski gidenler”dir. Bir hırsız ölürse yerine bir hırsız doğar, bir alim kişi ölürse yerine bir alim kişi doğar. Bir kutsi hadiste buyrulduğu üzere; “Benim gök kubbem altında öyle veli kullarım var ki, onları benden başka kimse bilmez.” Olay bundan müteşekkildir. Üç kişilik bir köyde bir tanesi mutlak surette Allah’ın sevgili kuludur, bunu o kişi dahi bilmez. Eğer öyle bir kul orada yaşamıyorsa, orada taş üstünde taş kalmazdı. Yıkılır, tarumar olurdu. Mevcudiyet itibariyle Hak’tan başka hiçbir şey yoktur. Görünen her şey Hak’tır ve Hak nazarıyla bakmak lazımdır. Mansur’un “En-el Hak” sözü Hak’tır. Lakin aynı sözü Firavun söylediğinde şirk oldu. Çünkü fark vardır. Bilmek görmenin aynısıdır. Bilen görür. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” “Onların kalpleri vardır, onunla idrak etmezler. Onların gözleri vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler. İşte onlar, onlar gâfillerdir” ayetinde belirtilen gâfillerden olmamak lazımdır. Her şey insanın hizmetindedir. İnsan için yaratılmıştır. Bu yerler, gökler ve ikisi arasındaki her şey, insanın yüzü suyu hürmetine var edilmişken, yine de insan çok nankördür. Herkesin ağzında bir Allah’a inanmıyorum kelamıdır almış gidiyor. İnanmadığın şeyi inkar etmeye seni zorlayan nedir? Yok olan hakkında bu kadar niye dil döküyorsun. Seni bu konuda düşünmeye sevk eden şey nedir? Seni bu vesveselere gark eden nedir? Her insanın içerisinde bulunan nüve elbette. Dünya üzerinde gelmiş geçmiş bütün inanç sistemlerini inceleyin. Hepsi hakikatin peşindedir. Bilim bile bir yaratıcının olduğunu inkar edemiyorken, sen beyninin üçte birini kullanmaktan acizken oturduğun yerden. Düşün ki bu içinde bulunduğumuz güneş sisteminden milyarlarca daha var. Sen daha içinde bulunduğumuz güneş sisteminin sırrını çözememişken, bırak onu bu üstünde yaşadığımız dünyada daha ayak basılmadık yer varken. Hangi akla hizmet yaratıcıyı inkar ediyorsun? Neyin kafasını yaşıyorsun? Afyon mu kullanıyorsunuz? Şarabı mı fazla kaçırıyorsunuz? Kafanız mı iyi Allah aşkına. Aklınızı başınıza toplayın. Kuran’ı okumamışsınız Müslümansınız, yahut tam tersi Kuran’ı okumamışsınız ama, inanmıyorsunuz? İnsan bilmediği şeye düşmandır. Siz neyi bilmediğinizi de bilmiyorsunuz ki bu cehaletin en tehlikeli boyutudur ve ne yazık cahiliye dönemini daha şiddetli yaşıyoruz bugün. Aklınızdan şunu da çıkarmayın. Her şey olması gerektiği gibi olur, her şey olması gerektiği gibi de olacaktır.”

 

               Sanki beynim heybetli bir şehirdi, yıkılmayacağına olan inanç o kadar bizi ele geçirmişti ki, bildiğimizi sandığımız her şey birer birer yıkılıyor. Samet abi beyin şehrimizin içinde dolaşan bir dev gibi, her sözünde bir adım atıyor o adımların yarattığı sarsıntı, akabinde büyük yıkımlara sebep oluyordu ve yerine yenileri inşa ediliyordu.

 

               İnşaAllah demeden hiçbir işinize başlamayın. İnşa eden Allah’tır, unutmayın. Sizin kendinize ait müstakil bir gücünüz kuvvetiniz yok. “La havle ve la kuvvete illa billah” derken ne söylüyorsunuz, hayatın içerisinde yaşarken ne yapıyorsunuz? Güç ve kuvvet ancak Allah’ındır diyorsun. Sonra kalkıyorsun, ben yaptım ben ettim diyorsun. Allah’ın gücüne kuvvetine sahip çıkıyorsun. Ortak koşuyorsun. En büyük küfür budur! Hz. Muhammet (s.a.v.)’in söylediği; “ben ümmetimin açık şirklerinden korkmam, hafi şirkinden korkarım.” hadisi mucibince düşünmek gerektir. Siz düşünmüyorsunuz, düşündüğünüzü zannediyorsunuz, bu en fenasıdır. Saçma sapan bir hâl içerisindesiniz. Kendi ahvalinizden haberdar değilsiniz. Hayatınızı kainatın yaratılışına kafa yormakla geçirin. Bütün işiniz gücünüz bu olsun, siz eşyanın hakikatini bilseniz, adım atarken dahi titrerdiniz ya hu” dedi.

               Bu sohbetlere devam edildi belirli aralıklarla. Sonra sıklaştı bu sohbetler. Her geçen gün, daha çok inanmaya başladım.

               Şimdi inkar edemiyorum hiçbir şeyi. Neyi inkar edeceğim, Allah aşkına!

               Samet abi sonra Bursa’ya tayin oldu gitti. Biz kaldık Tolga abiyle. Zaten bütün hikaye ondan sonra başladı.

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ